DELİORMAN,DOBRUJA VE THRASE DRİENTALE BÖLGELERİNİN KIZILBAŞ-ALEVİLERİ VE BEKTAŞİLERİ HAKKINDA YENİ PERSPEKTİFLER

DELİ ORMAN, DOBRUJA VE THRASE DRİENTALE BÖLGELERİNİN KIZILBAŞ- ALEVİLERİ VE BEKTAŞİLERİ HAKKINDA YENİ PERSPEKTİFLER.

Çok sayıda araştırmacılardan elde edilen bilgilere göre, kuzey Bulgaristan güney Romanya’ya kadar yayılmış ,yani Karadeniz kıyılarında DANUBE , kuzey de Balkan yaylarında ,kuzey batı da RUSÇUK tan VARNA ya kadar sayıları pek fazla olmayan dağınık küçük bie İslamik azınlık olan Balkan Alevi- Bektaşileri adı verilen bu bölgelerde ve Dobruja platoları ile deli orman adı verilen dağınık kesimlerde yaşamlarını sürdürdükleri ortaya çıkıyor.
Bu bölgeler jeo politik durumları dolayısıyla çoğu kez çeşitli baskılara ve istilalara uğramışlardır. Dinsel ve milliyetçi ,şovenist baskılardan dolayı Balkan İslam Alevi- Bektaşileri hakkında bu güne kadar yeterince bilgi sahibi olunamaıştır.
Ancak Frederic de Jong’un ve İrene Melikof’un bu konudaki araştırmaları azda olsa umut verici ,aydınlatıcı olmuştur .Her iki araştırmacı yaptığı çalışmalarda birinci olarak topladıkları bilgileri bir bütün haline getirmek, ikinci olarak dağınık bölgelerden oluşan bu karışık islami toplumun corafi yapısını incelereyerek bunların kendi ültürel zenginliklerini koruduklarını gözler önüne sermek olmuştur.Bu kültürel zenginlik Kırklareli bölgesinde iki katına çıkmaktadır.Bunların nüfuzlu olan kesimlerinde SARI SALTUKİZM ve BEDREDDİNİZM cilerdir.
Yani SARI SALTUK ve ŞEYH BEDREDDİN yanlıları .bunlar Bulgar Alevileri olup 188-1878 Osmanlı Rus savaşları sırasında kaçıp Anadolu ya yayılmışlardır.Ömer Lütfi Barkan 1942 yılında yayınladığı Vakıflar dergisinde İstila dönemlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler adlı dergide Dobruja nın eski bir Türk devleti olduğunu söyler.
Dervişlerin 13.yüz yılın ikinci yarısından itibaren doğu Avrupa’nın bu bölgelerine (balkan) yerleştiklerini anlatır.O zaman bunlara ayrıca Rumeli Osmanlıları da deniliyormuş.Bu karışık islami topluluklar her ne kadar 20. Asrın sonlarına doğru sayıca azalmışsa da günümüze kadar Bulgar müslümanları olarak varlıklarını sürdürebilmişlerdir.Bizim için önemli olan bunların tarihsel ve kültürel geleneklerini en doğru şekilde araştırıp bu karışık islami topluluğu yaterince tanıyabilmektir.Bu konuda birinci önemli kişi sayılan 700 yılında ölen Güney doğu avrupa da yaşamış Saı Saltuk tur.İkinci önemli kişide 760-823 yılları arasında yaşamış ve tüm dikkatleri üzerinde toplayan BEDREDDİN SİMAVNİ’dir.
Bu kişi Bedreddin tarikatı adı altında deli orman daki Alevi Bektaşileri bir araya getirmiştir.Niyhayet te üçüncü kişi de Osman Baba (Otman )(780-883)
Akyazılı Sultan (925)( Muhittin Abdal X. Yüz yıl başlarında) Alevi Bektaşiliğin kurucuları olmuşturladır.Hepsi aynı yolu izleyip karışık islami topluluğunu Dobruja dan Kırklareli ye kadar olan bölgelerde yerleşimlerini sağlamışlardır.Deli Ormanın Berdeddin Kızılbaşları bu güne kadar varlıklarını ve kültürel geleneklerini adı sayılan kişilerin sayesinde sürdürebilmişlerdir.

SARI SALTUK (SVİTY NİKOLA)

Sarı Saltuk Bedreddin Simaveni il araştırmacıların dikkatlerini üzerine toplaya Rumeli Müslümanlarının en önemli kişisi olmuştur.
O bilhassa Rumeli tarihini temsil eder.onun kişiliği belirsiz dağınık olan Anandolunun doğusundan özellikle Sinop’tan gelen henüz İstanbul Bizanslıların elindeyken 13.cü yüz yılın başlarında Avrupa’nın bu bölgesinde toplanmıştır.
Sultan İzzettin Keykubat politik kişiliği olan bir zattı.Sarı Saltuk ise tıpkı bir din adamı gibiydi.Altın Ordunun Moğolları ile Bizans İmparatorluğu arasındaki tampon bölgede olan DOBRUJA ‘ya yerleşir.
Burada yavaş yavaş bir İslam birliği oluşur.Önemli kaynaklar(eserler) 1480 yılı dolaylarında Ebül-Hayr-ı Rum tarafından yazılan SALTUKNAME yada Oğuzname adlı eserlrer 1421-1451 tarihleri arasında YAZICIOĞLU ALİ tarafından derlenip toparlanmış ve tek eser haline getirilmiştir.
Bunların yüz ve saç şekilleri tıpkı müslüman gibi olup biraz da Hristiyan kriptosu gibidir. Söz konusu İslâmi ilk değişikler , farklılıklar DOBRUJA da göze çarpar.bu Hırıstiyanlık ve İslamiyet arasındaki ilk farklılıktır.sarı Saltuk ve Bedreddin Simavinin dini propagandaları diğer islami topluluklara da cesaret veriyor.
Bu da 20. Yüz yıl başlarında öncelikle Kırklareli’nde kendisini sonradan gösteriyor.bu yaklaşımlar tamamen ideolojik çalışmaların bir ürünü olup zira etkili kişiler olan dervişlerin sayesinde Kırklareli’nde yayılmaya başlıyor.Bu dervişler Sarı Saltuk ve Bedreddin Simaveni idi.Bu karışık mezhepler v,topluluklar Sarı Saltuğun kişiliği etrafında toplanıp dağınıklığa son vermiştir. Tekkeleri ve mezarları 7 tane olup özellikle kiliseler ve Hıristiyan din adamları tarafından yerleri değiştirilmiştir.
O arada Bektaşi tarikatların yazarın ifadesine göre çeşitli , istilave yağmalara maruz kalmıştır. İşin şaşılacak yönü ise Anadolu da ve rumeli de ermiş Dervişlere Hıristiyan din adamları arasında sık sık karşılıklı evlat edindirme yöntemi başlamış oluyor.Yanlış işler yani evlat edindirme yöntemi para karşılığında yapılmıştır.Bu konuda Hasçluk şöyle der.
Tüm bu ters ilere rağmen Sarı Saltuk efsanesi Hırıstiyan din adamlarının engellemelerine , mani olmalarına rağmen Dobruja ya yerleşir.
1538 de Sultan Süleyman sefer dönüşünde Sarı Saltuk’un Baba dağındaki mezarını ziyaret eder .Sonraları bu mezar çoğu Dobruja lıların adeta ziyaret yeri olur.
Daha sonraları Sarı Saltuk un evliya ermiş kabul edilip Şeyh-ül İslam Ebus-suut efendi tarafından türbesi yapılır.Bu konuda Hırıstiyan bir din adamı şöyle der.< Sarı Saltuk dedikleri kişi Evliya- i Allah tan mıdır ? Beyan .buyurup müsap oluna el cevap:Ri,yazet ile kadid olmuş bir keşiş(Din adamı)dir der.
Sarı Saltuk ayrıca Hacı Bektaşi Velinin yazmış olduğu Vilayetname adlı eserde de çok çeşitli bir şekilde Alevi-Bektaşilerin gönüllerinde yer eder. Hacı Bektaşi Veli bu eserini Balım Sultan a verirO da bu şaheseri daha çağdaş hale getirir.Bu eserde ayrıca karışık tarikatlara TÜRKOMANLAR’ada yer verilir.Sarı Saltuk’un ölümünden sonra tanınmış bir kişi(50 Yıl sonra) onun mezarını ziyaret eder.Müslüman Alevilerin öz geçmişi ile ilgili değerli bir eser olan Saltukname yi gezgin bir Arap bilgini olan İbn-i Batuta ya götürür. Batuta , Sarı Saltuk için – kendi iç alemine dalan ,kendi dünyasını seven biri yada bir kahin diye tanımlar. Oysa tüm bunlara karşılık dini kaidelerini geleneklerini yerine getiren biri .Yazar Fuat Köprülü ye göre yaptığı araştırmada ,Kızılbaş olarak adlandırılan bazı Alevilerin (Çepniler)Trabzon Sinop arasında ki bölgeye yerleştiklerini bunlara BABA TURKOMAN denildiğinden bahseder.Ayrıca yazar Osmanlı zaferlerinden sonra Rumeli de bilhassa deliorman daki Bedreddin Simaveni tarkatı ve Dobruja daki karışık İslami topluluklar ,kolonizatör Türk dervişleri ve göç ebe çingeneler arasındaki bazı sorunların karışıklıkların başladığını anlatır .Yazara göre Balkanlarda Yunanistan da Arnavutluktan Yugoslavya ya kadar olan bölgelerde Saltukist propagandanın detaylı şekilde yayıldığını anlatır.Saltuk’un nasıl bir insan bir kişiliğe sahip olduğunu Hocası Mahmut Hayraniye sorulur.O da Saltuk için tipik bir Asyalı(Şaman)olduğunu anlatır.Vilayetname adli kitapta da bütün Bektaşilerin nükteli bir şekilde tasvir edilir.Saltuk’un bir Aslan üzerinde boynunda yılan elinde kırbaç beraberinde 300 Mevlevi dervişi ile akŞehir den Hacı Bektaş a kaar olan yörelerde çalışmalar yaptığını anlatır.Ama hocası Mahmut Hayraninin Rufai tarikatından olduğunu söylenir.
Buna rağmen Halife Saltuk’A YARDIM SEVER BİR KİŞİ OLAN Barak Baba ile beraber Dobruca’da bazı çalışmalarda bulunur. Bu arada tavırlarından ,yürüyüş şekillerinden ,traşlı sakallarından ,gür bıyıklarından , iki boynuz taklı takkelerinden , fötr şapkalarından ,çıngırak asılı boyunlarından ve ellerinde saz diye bahsettiği moğollarada değinir.Barak Babanın Sarı Saltuk’un ve Taptk Babanın Anadoluda bir tasavvufçu olan YunusEmre kadar faydali, yararlı olamadığı söylenir.Bu arada şöyle bir soru ortaya çıkıyor.Sarı Saltuk’un gerçek mirasçıları kim ? Gagvuzlar mı ,yoksa unun ölümünden sonra Hırıstiyanlığa karşı mücadele kazanan Türkler mi ?Bulgarların baskıları karşısında esasında Dobruja’da kalanlar mı ? Yada bu baskılara dayanamayıp Anadolu ya kaçanlar mı ? Eldeki belgelere göre 1307 yılın da Rumeli Müslümanlara terk ediliyor.İbn-i Batuta 1332 yılında Baba dağı ziyaret eder ve oranın Türklerin eline geçtiğini görür , fakat hangi Türklerin ?Deliormanda ki (Esrarengiz) tam olarak bilinmeyen GACLLAR mı ?Yoksa aynı gelenekleri yaşayan Sarı Saltukla beraber oaralara yerleşen Oğ8uz kabileleri (Beyleri) mi ? Osmanlı istilasından sonra aynı fizyonomik yapıları , bağları olan dervişler ve göç ebe Türkmenler akın akın gelip bu gölgelere yerleşirler.Saltukizm artık tek başına bir topluluk değil, birbirini destekleyen geniş bir kitle halini alır.Oysa yazara göre Deli orman ve Thrase’deki bölgelerde yaşayan ve günümüze kadar varlığını sürdüren Alevi- Kızılbaş denilen bu dini gurupların Bedreddin tarikatından olduklarıdır.Tarihçi vaiz bir din adamı olan bu kişi Deli orman daki karışık mezheplerin arasında yaptığı yoğun politik ve dini çalışmaları bu tarikatın yayılmasına büyük rol oynadığı İbn-i Arabi açıklar.Tarihçi İdris Bitlisi 908-1502 yarihleri arasında iki önemli faktörün Deli ormandaki propagandasında rol oynadığını belirtir.
<<>>söz konusu din ve devlet anlayışı. Fakat ona göre bu ikisi de birbirinden ayrı olacaktır. Yani din ve devlet hayatı birbirine karıştırlmıyacaktır.Sarı Saltuk ta Bedreddini de oralarda kendi tarikatını yaymıştır.Soyal içerikli bazı reformlar Kızılbaş köylerinde karşı çıkan bir takım isyancı asi guruplara ramen jızla yayılmyay başlıyor.Bedreddin propagandasını özellikle Silistre ve deli orman arasındaki köylerde Karlıova civarında yerleşmeye başlar.Ayrıca Balkanlar ve Rumeli’de de yaymaya başlar.
Sarı Saltuk’un aksine Hrıstiyanlığa karşı Michel BaliWet in Yunanlılar üzerindeki etkili çalışmalarına engel oluyordu.
Dikkati çeken bir nokta vardı.Acaba kaç dervişin Hirıstiyan asıllı olduğuydu.Bedreddin Simavi’nin saygınlığı içerde ve diğer Bektaşilerin bihassa Alevi-Kızılbaş denilen yardımsever dernek ve gurubların çalışmaları ve faliyetleri sayesinde hızla kök salmaya başladı.Bu topraklar üzerinde yaşayan Kalender Alevileri dedikleri köklü gurublar artık birbiriyle kaynaşmaya başladıkları görülür.
Bu arada Bulgar Kızılbaşlarında Balkan savaşlarında sonra, Kırklareli Vilayetine ve civarlarına yerleşirler ki bunlarında , yapılan araştırmalarda Bedreddini tarikatındna oldukları kesinlik kazanmıştır.Oysa bazı yazarlara göre ve araştırmacılara göre bunların Asyalı kavimlerden olduğudur.Bulgar Aleviliğinin 20 .yüz yıl başlarında Anadolu daki Bektaşi tarikatıyla ilişki kurmaya yakınlaştıkları görülür.
Kırklareli civarında 19.cı yılın sonlarına doğru bazı karışık gurupların kibunların Hrıstiyankıltan dönme olduğu söyleniyor.Bulgar Kızılbaşların Bedreddini tarikatından olup Deliorman Dobruja ya yerleştikleri oaralarda ki bazı sapkın mezhepleride etki altına aldıkları ve kendi nüfuzlarını yaymaya başladıkları hatta en koyu Ortodokslarıda mezhep ve din değiştirmeye zorladıkları yapılan araştırmalarda ortaya çıkıyor.Buralarda başka tarikatların da olduğu 1981 9183 yılları arasında Frederic De Jong bir gezisinde Kuzey Bulgaristan da ne kadar Alevinin Nakşibendi tarikatından olduğunu araştırıyor.Yazar eserinde İmam Ali,12 İmam(canları)ları Nakşibendi tarikatının bu karışık gurubu tıpkı Kızılbaşlarda olduğu gibi cem diye adlandırılır.
Ayrıca deliorman Kızılbaşlarında özellişkleri tek tek ele alır.
Babinger ise;Bedreddininin dini düşüncelerini-den ve vaizliğinden asla şüphe etmez onların sakin bir cemaat, toplum olduğunu tarımla uğraştığını ,şarap içtiklerini,inançlarında güler yüzlü ,hoş görülü bir tarikat mensupları olduklarını kendilerinden kan akıttıklarını kadınlarını örtülerini dini geleneklerine çok bağlı olduklarını anlatır.
Bobçev ve Kowalki ise onların muharrem ayı orucu gibi ramazan da tutmadıklarını ama saygı duyduklarını sünnilere tiksinti ile baktıklarını açıklarlar.Bununla birlikte Babinger ,Bobçev bunların Otman Baba ve Hacı Bektaş a bağlı diğer Alevilere göre daha fazla gelenekçi ve inançlı olmadıklarını ifade ederler.
Dobruja daki buAlevilik ve Bektaşililk geleneği ve yapısı bilhassa bu bölgelerde ,özellikle kentlerde ve civarlarında yaşayanlar da Horasan dan gelenlerde ve Hacı Bektaş ta da var olduğunu işaret ederler. Şüphesiz İrene Melikof ta Deliorman daki cemaatların Anadoldakilere nazaran dini geleneklere ve göreneklerini zamanla kaybettiklerini söylerler.
Kızılbaşların 15.ci yüz yılda Bedreddinleşme de kaynaştığını ama eski dini gelenek ve inançlarını asla kaybetmediklerini anlatır.

OTMAN BABA ve AK YAZILI SULTAN, MUHİTTİN ABDAL.

Otman baba (780-883) Bulgar Aleviliğinin tanınan şahsiyetlerinden biri olup Hasan Fehmi nin 1927 yılında yayımlanmış Türk Yurdu adlı dergisinde kendisini bilinçli bir şekilde (Ahmet Yaşar Ocak) dergahına adamış (Vakfetmiş) onun yolunda gittiği onu izlediği açıklamıştır. Buna rağmen Rumeli ve Dobruja nın Alevi Bektaşiliğinin sosyal kültürel ve dini inançlarında geleneklerinde etkili anahtar kişilerden biri olmuştur.Otman Babanın tekkesi Hasköy yakınında olup ,Bulgar Alevliğinin büyük bir kısmınca <> kabul etmiştir.Fakat nedense Otman Baba Anadolu otoritelerince ,dindar ermiş biri olarak kabul görmemiştir.Otman Babanın kendi bazı Çelebileri dahi onu ermiş biri olarak kabul görmemişlerdir. Sadece Deliorman daki Bazı Alevi guruplarınca dindar,sofu, nefesi kuvvetli ermiş kişi olarak itibar görmüştür.Onlara göre Anadolda ki dindaşlarla Bektaşilerle Alevilik mezhebini yaymak için adeta yarış etmiştir.Bu yüzden bir süre sonra Otman Babanın deliorman da heykeli dikilir.Bazı gurupların kendisine karşı gelmelerine mücadele etmelerine rağmen orada varlığını devam ettirir.Vilayetname adlı eserde bu bölgede yaşayanlarında görünüşte gelenek ve giysi kılık kıyafetlerinde diğer Alevi Bektaşilere benzediğini hatta hiç farklı olmadığını anlatır.
Kalender ve çağdaş birer Hacı Bektaş sayılan Hüzsam Şah gani Şah ,Gani Babnın himayelerinde 1402 yılında yayınlanan bir eserde mücadele verdiğinden bahsedilir.O bu mücadelede Rumeli’nden Dobruja ya ordan İstanbul’a Babaeski ,Vize ,Edirne ye kadar sık sık yer değiştirip oralarda çok çömez (yürük) topladığı ordanda Filibe ve Tırnova ya geçmişitr.Kırklarelinin güneyindeki Kızılcıkdere köyü Alevilerin anlattıklarına Deliorman bölgesinde büyük Bederddin isyanı ayaklanması patlak verir.Bu isyanda çok kişinin hayatını kaybettiği anlatır.Şu anda mezarı köyün batısında bir tepenin üzerinde bulunmaktadır.V.Lütfi Salcı 1943 yılında yayıymladığı bir dergideki yazısında KızılcıkdereAlevilerinin Otman Baba yı saygın bir din adamı olarak gördüklerini anlatır.Ona göre Otman Babanın bir tarftarı olan Alevi Bektaşilerin ibadet ve tapınma şekillerini 7 bölümde toplandığını anlatır.Otman Baba Yanbolu ile Monts Balkan (Balkan tepeleri) arasında bir yolculuğu surasında yazmış olduğu eserleri Musa tekkesine ve türbesine beraberinde götürür.Yazdığı şaheserler buradaki Alevi bektaşilerin ilgisini çeker.Bunların seccadeye duruş ibadetleri ve kılık kıyafetleri , gelenek ve görenekleri tıpkı Alevi Bektaşiler gibidir.Bu dini inanç ve gelenekleri 7 ayrı kitap halinde toplamıştır.Bunların 7 soy 7 gün 7 mekan 7yıldız, gibi alfetler şeklinde ifade eder.Burda onun üç ayetin nedense yazılmamıştır.Abdülbaki Gölpınarlı kısa bir yazısında şöyle der.784 yılları arasında yaşayan (celalettin Çelebşinin eserinden)bazı Mevlevi dervişlerin , ayinlerinde 7 köşeli bir feskullandıklarını anlatır.Ak yazılı Sultanın tekkesi Otman Babanın deliorman daki taraftarları olan Aleviler tarafından kutsal bir türbe kabul edilip kendisine yamışır bir miraiyle yanında da kocaman semahane(Semevi) yapılır.19,20 yüz tarihleri arasında Sarı Saltuk’un tekeksinden olan Kurban İsmail de şiirlerinde sık sık dini temalr şarkılarsöylediği bilinir.Bu tekke Kırklareli Alevi Bektaşileri tarafından ,etrafı çevrili olarak Babaeski de yapılır.Burda yazarın ifadesine göre bir noktaya dikkat çekiliyor:
Anadolu daki bazı Alevi gurupların Hacı Bektaş felsefesini düşüncesini tam olarak kavrayamadıklarından ,uzun süre Otman Baba yada Sarı Saltık felsefesine bağlı kaldıkları yapılan araştırmada ortaya çıkıyor.Öyleki Ankara yakınlarındaki Hasan dede köyü ile Babai dedşikleri yerler arasında Turcoman Baba dedikleri çok sayıda Alevi topluluklarındada Hacı Bektaş Veli nin bunların üzerinde fazla etkisi olmadığı ortaya çıkıyor.Bilinen gerçek bir rivayette şu: Otman Baba nın bazı sapkın düşünce ve fikirleri Akyazılı sultan dada görüzüküyor.Otman Babanın bir taraftarı olan Bulgar Alevileri Batova vadisinde Varna ile Baltik arasında alan bir yerde , onun kocaman kubbesini ve türbesini yapmışlardır.Bu türbe süre ocak ,dernek şeklinde faliyetlerde bulunmuştur.Otman Babanın insanlığı yüceliği kendisine karşı olan bazı dervişlerede dost eli ni uzatıyor.Onları hayır sever yardım sever derneklerde yedirip , içiniyor, yani kendisine karşı olmalarına ramen ayrım yapmıyor.Bulgar Bektaşileri Otman Bab ve Hacı Bektaş Veli arasındaki inanç felsefesi düşünce yönünden fazla bir farklılık görmemişlerdir.Evliya Çelebi 15.ci yüz yıll sonlarında yazdığı bir seyhatnamesinde Otman Baba ve diğerlerinin türbelerinin Hüseyin ve Alinin Bağdat’ta bulunan türbeleriyle eş değer de olduğunu anlatır.
Yazar Seyhati sırasında türbelerin yüceliği ve güzelliği karşısında oldukça etkilenir.
963-965 1555 /1557 tarihleri arasında Kızılbaş ve Alevilkerin bu türbelerde sık sık bir araya geldiklerini ve ibadet ettiklerinden bahseder.
Sonraları bu tekke ve türbelerden, bazı eşya ve ganimetlerin alındığını söyler..1559 yıllarında yapılan bir araştırmada türbelerde çok miktarda alkol tükedildiği ortaya çıkıyor. 1559-1584 yılları arasında Varna’nın kuzeyinde yüzlerce kilometre uzaklardan olan Sarı Saltuk ve Kaliakra manastırından gelen bir keşiş tekkelerde İslam ve şeriat yasalarına göre içki içmenin günah ve yasak olduğunu ve onları bu konuda azarladığını anımsatır..Akyazılı Sultan dergahlarında , ona bazı bağlı bazı yardımsever derneklerde sık sık rakı içildiğini Alevi Kızılbaşların kendi aralarında artık dine yabancı kaldıklarını , dinden uzaklaştıklarını adeta rakı almi yaptıklarını anlatır.Bu içki geleneğinin hala Bulgar Alevilerinde yer yer rastlandığından bahsedilmektedir.İslam ve Hırıstiyan mezhep sapkınlığı Akyazılı Sultan tekkesinde 19. Yüz yıldan itibaren yavcaş yavaş yıkılmaya başalandığı görülür..Semavi Eyice ise bize bir araştırmasında söz konusu bu sapmaların Kilise –Manastır ve Bektaşi tekkelerinde son bulduğunu anlatır.Ama bazı diğer araştırmacıların ise, Ak Yazılı Sultanın gelenek felsefi düşünce ve dini ideolijisini n hala bazı Hırıstiyan ve Müslümanlarda devam ettiğini ortaya çokarıyor.
Akyazılı Sultanın Türbesi Athanasius da olup Müslüman ve Hıristiyanlar tarafından sık sık ziyaret edildiği söylenir.1914 yılında bu dönme din adamının köyü Bulgar işgaline uğrar,türbesinin tepesine bir haç işareti konur, iki yıl sonra da Romenlerin işgali sırasında haç işaretinin yanına bir de hilal işareti konur ,tekke adı altında manastıra dönüştürürlür.Bulunduğu köye tekke köyü adı verilir.1940 yılında bu manastıra bu günkü adıyla Obrotchiste adı verirlir. 1988 yılında ise bu manastır tamamen restore edilip müzeye çevrilir.Bu müzenin etrafında çevresine dilek ağaçları dikildiği ve bu ağaçların dallarına ip bez parçaları bağlanıp ziyarete gelenler tarafından süslendiklerine tanık oluyoruz.

Üçüncü ermiş kişi Muhittin Abdal ;hicretin 10 yılında yaşadığı veOtman Babanın dergahından olup fazla bir bilgimiz (kendisi hakkında) olmamakla beraber onun hurafe tutkunu olduğunu şair Nesiminin yazdığı şiirlerinden anlıyoruz.Yazar ve folklonist V.Lütfi Salcı aona ait bütün belge ve bilgileri bu şiirde buluyor.Muhittin Abdal a ait belgelerin bir kısmı Kırklareli bölgesinin en yoğun olduğu Alevi köylerinde yapılana araştırmalarda ortaya çıkıyor. Otman Babanın ve Akyazılı Sultanınbu çömezinin (M.Abdal) mezarı Kırklareli ile Edirne arasında Hacı danişment köyüne yakın Çöke denilenyerde olduğu tahmin ediliyor.:Burası Aleviler tarafından bir ziyaret yeri kabul edilmiştir..Doğu Avrupa (Balkan)kökenli Otman Baba Alevileri buradaki türbeye bir tapınak ibadethane olarak kullanılıyor.
Vahit L.Salcı yayımladığı MuhittinAbdal’ın seyranname adlı şiirinde belli başlı Rumeli kentlerini gezip dolaştığından bahseder.(Abdal , gezgin demektir)Bukentler Hasköy Kırklareli , Edirne ,abaeski Burgaz,Çorlu,Silivri ,Tekirdağ ve İstanbul.Yazdığı şiir bir deyiş şeklinde olup buna Çöke (Salname) adıda denir. Otman Baba yada Babai türbesi(Bektaşiliğin)iddia edildiği gibi İstanbul yolu üzerinde mi? Büyük Bedreddin isyanı patlak verince Otman Babanın Kızılcıkderebölgesine gelişinde bu bölge Alevilerinin kendisine destek verdiği doğrumu ? Bilinen şu ki ele geçen belge ve kaynaklarda Bedreddin Deliorman daki isyancıların silahlandırıp Rumeli’nin dört yanına dağıttılar.

4. Kırklareli bölgesi Bedreddin Alevileri hakkında bazı önemli notlar.

Thrasae da Bulgaristan da Dobruja da Türk kabileleri olan Kızılbaş Alevileri daha sonraları Osmanlı devrinde yavaş yavaş Rumeli ye gelip yerleşmişlerdir.Bunlar bazenfetihlere savaşlara eşlik etmişlerdir.Bazen kendi bölgelerinde (kaldıkları yerde) dışa karşı mücadele etmişlerdir.Bu bölgelerdeki karışık bütün hak mezhepleri bir araya getirip her türlü dinsel sapmalara engel olmuşlardır.Aralarındaki AMUCA kabileleri Kırklareli civarında özellikle Kofcağız Pınarhisar Üsküp nahiyelerine yerleşmek için 1877-1878 yıllarındaki Rus-Türk savaşı sonrası Bulgaristanı terketmişlerdir.Bunlar Sarı Saltuk,Otman Baba ,Muhittin Abdalı yüceleştirip adlarına ayinler düzenlemişlerdir.
İşin bir başka yönü günümüzde halen Bedreddin Semavi tarikatından oldukları ve onun propagandalarını yaptıkları söyleniyor.Düşünce yazarları 15.ci yüz yılda aynı topraklar üzerinde yaşayan Bedreddin tarikatı dışında yaşayan başka tarikatların başarılı olamadıklarından bahseder.
V.L.Salcı Dikence Gündüzler,Bokluca yani Bulagaristan’ın Güney Batısındaki diğer Türk köylerinde Alevilerin Amuca Kabilesine bağlı olduğunu açıklar.Bunların bir kısmının Türkiye ye göç ettiklerini Bedreddin ve Babai ye bağlı bazılarının Delormandan diğerlerinde Kırklareli’den geldiklerini ve Bektaşiliğe geçtiklerini anlatır.Bu bölgede 2 etkili tekkenin olduğu biliniyor.Biri Babaeski deki Sarı Saltuk tekkesi diğeride Pınar hisar yakınınlarındaBinbiroklu Baba tekkesi, sonuncusu yani Binbiroklu Baba tekkesi 1826 yılında Yeni çeriler tarafından faliyetten men edilir.Bu tekkebir ayin merkezi halindeymiş.
Fakat yasak sonrası orda bulunan Amuca Kabilesi Bulgaristan’a kaçar.
Başka bir rivayette Ahmet Ulu Abdal baba diye başka bir tarikatcının Deliormanın Yenişar bölgesinden gelip Amuca kabilelerini doğru yola davet ettiğini Rus işkali sırasında İstanbula geldiğini Rumeli hisarında bulunan Nafi baba tekkesine sığındığını anlatır.Dönüşte Amuca kabilelerini bu tarikatta toplar.Fakat liberalbir kişi olan tevfik Baba Amuca kabilelerine Bektaşiliği benimsetir.Kızılcıkdere Tekkeşeyhler köylerinde toprakla geçimlerini sağlayan Bulgar Alevileri kitleler halinde bu tekkede buluşurlar.
Bu Kızılcıkdere köyü ortasında çok büyük güzel bir Bektaşi (Hüseyni tacı) hotozu vardır.Çevrede bulunan Alevilerin ifadelerine göre ünlü şair Mehmet Hadimi babanın türbesidir.V.l,Salcı Amuca Kabilelerinin toprakla uğraşan geçimlerini bu yoldan kazanan bir topluluk olduğunu yazar.Otman babayı efsaneleştirip olağan üstü bir kişi kabul ettiklerini anlatır.cem evlerinde yaptıkları ayinlerde tarikatlarıyla ilgi sosyal ve dini tartışmalar yaptıklarını anlatır.Kızılcıkdere Alevileri cem ve Bektaşi meclisi (ayini ) arasında ayrım yapmazlar.Onlar Bektaşileri hep zahit olarak kabul ederler.Bazı inanış ve adetlerinde Alevilerden pek farklları yoktur. Kadınları cem ve diğer gizli toplantılarda erkeklerle beraber oturmazlar.Muharrem ve Nevruz önemlidir.Bayramları dini günleridir.ramazan ve şeker bayramına fazla ilgi duymazlar , ilgilenmezler , sadece saygı duyarlar.Kızılcıkdere den çok Alevi bektaşi şairleriçıktığı söylenir.Bulgar Alevilerin menfatlarına düşkün oldukları Bektaşiliği kabul ettikten sonra Türk Rus savaşı sırasında İstanbula geldikleri ni burada şahadetnameyi elde ettikleri söylenir. Bunların çoğu Osmanlının önemli merkezi olan Karaağaç Çamlıca Merdiven köydeki tekkelere bazıları Rumeli hisarındaki tekkelere sık sık gitmişler, uğramışlardır.Dönüşlerinde Babaeski deki Sarı Saltuk tekkesinin önemli rolü olduğu söyleniyor.Fakat buralar Alevilerden ziyade Bektaşilerin sık sık uğradığı ziyaret ettikleri mahalli yöresel yerlerolmuştur.Şair hacı Raih 1893 yılında ölmüş,Postnişlerinden biri olup onun gibi şair tevfik bey de buralara dönüşlerinde tekkenin Ruslar tarafından çan takılarak kilisye dönüştürüldüğünü Yunan ve ermeniler tarafından Hıristiyan Ortodoks kilisesi olarak kullanıldığını anlatırlar.
Bu bölgenin Alevileri ile Dobruja ve Deliorman daki Kızılbaşlar arasında tasavvuf düşünce yönünden fazla bir farklılık olmadığı ortay çıkıyor. Yazar ve araştırmacı bu konuda ne yazık ki yeterli kadar bilgi ve kaynak sahibi olamadıklarını ancak önümüzdeki yıllarda raraştırma yaparak ortaya çıkaracaklarını ifade ederler.Bu birlikte bu konuda dikkat leri iki noktaya çeker. Önce Folklorist V.L.Salcı nın araştırma ve çalışmaları yayımlanmamış eserleri ortaya çıkarmak diğeride bu köylerin yaşlı Alevileri ile diolog kurmak ve bu konuda çok şeyler bilen ve tanınmış kişiler olan Ulu Abdal Ahmet ,tevfik Bey Baba daha niceleri düşüncelerini ortaya çıkarmak olacaktır.Bu konuda yargıya varmak şüphesiz erken sayılır.Çalışmalarımız genelde bir tanımlama bir başkalıcıktan ibaret olup yerleşmelerde yeni perspektifler arayıp bulmak olacaktır.Şu anda aralarında var olan yakın ilişki ve bağları Dobruja ve deliorman daki karışık islami şekillerin ve farklılıkları ortaya çıkarmak olacaktır.Oradaki yakın ilişkiyi gelenekleri ve olağan üstü(tanrısal) sayılan insanları tanımak olacaktır.sadece Asyalı(doğu kökenli) kavimlerin bulıunduğu Thraese bölgesine göre değil Ayrıca Kırklareli bölgesinin corafik yapısını Kızılbaş Bulgarların sığındıkları yerleştikleri köyleride tanımak olacaktır.Örneğin bu konuda araştırmaları derinleştirerek tarihi hazineleri aranıp taranmamış yeni yeni bölgelerine kaynaklarını arayıp bulmak olacaktır.

TARGOVISHTE' BUGÜN 29/12/2007


Моментна снимка от Търговище

TARGOVISHTE PICTURES :)






















TARGOVISHTE, ESKİ CUMA BU SABAH 25/12/07

Моментна снимка от Търговище



Domino: Maps

TARGOVISHTE MAP'S

ESKİCUMA'DAN FOTOGRAFLAR


ŞEHİRDEN BİR GÖRÜNTÜ




ESKİ CUMA SAAT CAMİİ




ŞEHİRDEN BİR GÖRÜNTÜ







BOROVO OKO




ESKİ KİLİSE



KİLİSE (pazar yanı)





DRAMA TİYATRO







KİLİSE






CRENTAR :)





CENTAR MEYDAN

CENTAR















BALKANLARDA TÜRK SOYKIRIMI VE GÖÇÜ

Biz Türkler, tarih sahnesine yeni çıkmadık. Tarihin gördüðü üç büyük imparatorluktan biri olan Osmanlı İmparatorluðunun varisiyiz. Üç kýtaya yayýlan kuvvetli zamanlardan sonra gücümüzü yitirdiðimiz dönemler oldu.
Tarih bir maddi ve manevi deðerler birikimidir. Bu birikimde yükseliþ ve çöküþ devirlerimizin sýrlarý gizlidir. Bu sýrlar geçmiþ için olduðu kadar gelecek için de önemlidir.Çünkü bu þifreler çözülmedikçe,Türklüðün geleceðini açacak anahtarý bulmak mümkün deðildir. Elbette geçmiþ, yaþadýðýmýz günün deðil,kendi þartlarý içinde ele alýnmalýdýr. Ancak böylece tarih, geçmiþin deneylerinden çýkan ýþýk ile geleceðimizin karanlýðýný aydýnlatýr.
Osmanlýnýn çöküþ dönemi olan 19.yüzyýl, acý,kan ve gözyaþýmýz ile doludur. Bu dönemde yaþanýlan felaketlerin sebeblerinin mutlaka bilinmesi gerekir. Ancak bu sebebler bilinirse gelecekte huzurlu,güvenli bir topluma sahip olmamýz mümkün olabilir..
Özellikle 1876 de baþlayýp 1922 ye kadar süren devrede Türkiye’nin düþmanlarý planlý,kararlý ve sabýrlý olarak Türkiye’yi bölmeye ve yýkmaya çalýþmýþlar,Türkleri Tuna ve Adriyatik’ten, Meriç çizgisine çekilmeye zorlamýþlardýr . Türkiye bu dönemde kendisini hazýrlanan tuzaklardan kurtaramamýþtýr.Bunda bizdeki ihanetler,yeteneksizlikler olduðu kadar bizi haritadan silmeye kararlý düþmanlarýmýzýn birliði rol oynamýþtýr.(1)
Rumeli’ni kaybýmýz tarihimizin en büyük olaylarýndan biridir. Dikkatle ibretle incelenmeli ve dersler çýkarýlmalýdýr.
Türkler 500 yýl oturduklarý Rumeli’ni neden ve nasýl kaybetti?
Türkler Rumeli’ni iki safhada 1876-1877 Türk-Rus Savaþýnda ve 1912 -1913 Balkan Savaþlarýnda kaybetti.
Rumeli’nin kaybýnýn modeli ‘Yunan Ayaklanmasýdýr’ 1821 yýlýnda bir Osmanlý topraðý olan Güney Yunanistan’daki Mora’da bulunan Türkler üzerine genel bir saldýrý yapýldý.Bu saldýrýda Yunanlý çeteciler ve Yunanlýlar bir ay içinde 15.000 Türkü öldürdü.Yunan ayaklanmacýlarýn amacý, bir millet yaratmak için kendilerine engel olan Türkleri ortadan kaldýrmaktý.Türkler bu ýsyaný söndürecek güce sahiptiler fakat bütün Batý dünyasý Yunan çetelerine yardým ettiler. Bu ayaklanamadaki Yunanlýlar Batýlý sanatçýlarýn konusu oldu ama mazlum Türkler görmezden gelindi.
Yunanistan’daki Türklerin imha edilmesi savaþ zamanlarýnýn olaðan kayýplarý deðildi.Türklerin hepsi,kadýn ve çocuklarla birlikte,Yunan çetecilerince öldürüldü. Ýþlenen cinayetlerin hepsi, hesaplý kitaplý siyasal eylemler idi.
Halbuki Osmanlý Saltanatýnýn sýnýrlarý içindeki Hýristiyanlar dilleri,dinleri ve kiliseleri ile korunmuþlardý. Eðer Fatih,Kanuni veya Selim:
Ya Hýrýstiyanlarýn hepsi Müslüman olacaklardýr, yahut hiçbirine bu ülkede yaþama hakký vermiyeceðiz ,demiþ olsalardý,onlarý bu kararlarýndan alýkoyabilecek hiç bir dünya kuvveti karþýlarýna çýkamazdý. Osmanlýlar hýristýyanlarýn eskiden yaþadýklarý yerlerde kalmalarýna katlandýlar. Onlarýn varlýklarýný sürdürmelerine ve dillerini geleneklerini korumalarýna izin verdiler.’’Eðer Türkler böyle hoþ görülü olmasa idiler 19.yüzyýl Türkleri kendi yerlerinde ve yurtlarýnda yaþamayý sürdürüyor olabilirlerlerdi’’
Yunan ayaklanmasý modeli 2 Mayýs 1876’da Bulgarlar tarafýndan da uygulandý. Osmanlý ordusu Bulgar isyanýný bastýrdý. Fakat Ruslar Osmanlý Devletine savaþ ilan etti. O zamanki yeteneksiz Türk devlet adamlarý da bu savaþýn çýkmasý için ellerinden geleni yaptýlar.
1877-1878 Türk-Rus Savaþý (93 Harbi)
Ruslarýn 24 Nisan 1877 de Türkiye’ye savaþ ilanýndan sonra Ruslar 26 Haziran 1877 de Ziþtevi yakýnýndan Tuna vilayetine girdi. Ondan sonra sistamatik olarak Türkleri imha hareketi yürütüldü. Ruslar ,sivil halkýn malýnýn mülkünün talan edilmesini, yakýlýp yýkýlmasýný savas tekniðinin bir aracý olarak kullandýlar.Böylece evler ve tümüyle köyler Ruslarla Bulgarlar tarafýndan yakýlýp yýkýldý. Sýðýrlar ve bütün taþýnýr mallar gasbedildi. Bulgaristan’da Türk varlýðý gerçek anlamda silindi.
1877’de Bulgaristan’daki müslüman nüfus 1.501 883 idi. 1879’da bu nüfustan 515.000 ‘i Osmanlý Devletinin elindeki bölgelere ulaþtý. Sivil halktan 260.000 ‘i bu savaþta ölmüþtür. Yani imha edilmiþlerdir.
‘’Ölüm ve Sürgün’’ isimli eserinde 19.yüzyýlda Balkan ve Kafkasya’da milyonlarca Türk ve Müslümanýn öldürülmesi ve tehcirini inceleyen Prf.Dr. Justin McCarty Bulgaristan’da bu savaþta olanlarý: ‘’Can kaybý ve kitlesel olarak çekilen çile bakýmýndan Bulgaristan’dan yapýlan müslüman sýðýnmacýlar göçü tarih boyunca görülenler arasýnda en dehþet verici olanlardan biridir.’’ demektedir.Ruslarýn ve Bulgarlarýn giriþtiði kýyým eylemleri Türklerin kaçýþýnýn temel zorlayýcý nedeni idi. Haklý olarak duyduklarý korkularý yurtlarýndan olabildiðince çabuk ayrýlmaya yanlarýna ancak kaðný arabalarýna yükleyebilecekleri nesneleri alarak hemen yola çýkmaða zorlamýþtý. Çok sayýda Türk sýðýnmacýnýn arkasýndan hýzla ilerleyen Rus ordusu kollarý onlarý yetiþip yakaladý. Bu sýðýnmacýlara çok kez yollarda Kazaklar ve Bulgarlar saldýrýda bulundu.Soyulup soðana çevrilme ve ýrza geçirilmesi olaðandý.(2)
Savaþýn baþýnda Bulgaristan’ýn nüfusunun yarýya yakýnýný Türkler oluþturuyordu. Bazý vilayetlerde çoðunluk onlardaydý. Savaþýn sonunda bir milyon Türk evlerinden barklarýndan sürüldü,öldürüldü. Savaþtan sonra Türk nüfusunun yarýsý artýk Bulgaristan’da yaþamýyordu.
Rumeli’den Türk Göçlerini eserinde inceleyen degerli araþtýrmacý diplomat Bilal Þimþir, Bulgaristan’dan bu savaþta Türkiye’ye ulaþabilen Türkler hakkýnda : ‘Panslavistlerin önceden planladýklarý ‘soykýrým(genosýd) hareketinden mucize kabilinden kurtarýlabilen ‘kýlýç artýklarý’ demektedir.(3)
Osmanlýlar, 1876-1877 savaþýndan daha hýzlý,daha büyük yenilgiye Balkan Savaþlarýnda uðradýlar.Bu savaþlar 2500 yýllýk Türk tarihinin en büyük felaketlerinden biridir.Devlet adamlarýmýzýn gaflet ve yanlýþlarý akýl almaz boyutlara ulaþtý. Orduda particilik ve iç didiþme ile Türkler birbirine girmiþti.Yetersiz,tecrübesiz,bilgisiz, devlet adamlarý Sultan Abdülhamid’i tahttan indirip, Osmanlý Parlemontosunu açtýlar.Fakat bu meclisin çoðunluðu gayri Türk idi ve ve bu vekiller devlete sadýk deðillerdi.Ýçlerinde yabancý devletlerin ajaný vekiller vardý. Ittihatçýlar Hýristýyan çetecileri affeti ve Balkanlýlarýn kendi aralarýndaki en büyük sorun olan kiliselerin kendi aralarýndaki anlaþmazlýðýný çözdü.Bundan sonra Sýrbistan,Karadað,Bulgaristan ve Yunanistan Osmanlý Devletine karþý birleþti.
1912-1913 Balkan Savaþlarý :
Savaþ baþlamadan önce Osmanlý Balkanlarýnda müslümanlar nüfus bakýmýndan en büyük toplumdu. Balkan Savaþlarý Osmanlý Avrupasý ülkelerinde kimin egemen olacaðý ve oralarýn nüfusunun kimlerden oluþacaðý sorusunu çoðunluðun egemen olmasý gerekir ilkesinden hareket ederek deðil, silah zoruyla çözümledi.Birinci Balkan Savaþýnda asker sayýsý yönünden bire karþý iki oranýnda düþmanla dövüþmeleri ve Libya’da hala Ýtalya ile savaþmakta olmalarý ve Yunan donanmasý yüzünden deniz yoluyla ulaþým yapamamalarý yüzünden eski vilayetleri Osmanlý Devletini yendiler.
1877-78 Türk-Rus savaþý Rusya’nýn eli altýnda yapýlmýþtý.Rusyanýn amacý,Balkanlarda müslümanlardan arýndýrýlmýþ Rus çýkarýnýn ön kalesi iþlevini görecek bir Bulgar devleti yaratmaktý.Balkan savaþýnda ise Yunanistan,Bulgaristan, Karadað ve SýrbistanIn her biri Osmanlýya karþý savaþ yürüttü.
Bulgar,Sýrp ve Yunanlýlar gerek düzenli ordu birlikleri gerekse çeteler olarak sivil müslüman-Türk ahaliye karþý çoluk çocuk,kadýn yaþlý demeden bir imha savaþý yürütmüþtür.Talan,soygun,iþkence,cinayet ve tecavüzle Balkanlardaki Türk izi kökünden silinmek istenmiþtir.
Bu savaþlarda 413.000 müslüman Türk evlerini barklarýný býrakarak Osmanlý Devleti bölgelerine ulaþmýþtýr.1911 de Balkanlarda 2.315.293 Müslüman yaþýyordu.Kalan müslüman nüfus 870.114 dür.413.000 göç ettiðine göre 632.408 sivil imha edilmiþtir.

Bütün bu saldýrýlar,tecavüzler,yaðmalar,cinayetlerin nasýl olduðu belgelere dayanmaktadýr.Düzmece olay ve belgelerle Ermeni meselesini dillerine dolayanlar milyonlarca Türkün kanýný, canýný, malýný,topraðýný kaybetmesini önemli bulmamaktadýr. Hangi demokrasi ve insan haklarý þampiyonu Batý Ülkesi ve parlamentosu o zaman veya þimdi kesinlikle bir soykýrýmý olan bu savaþlar hakkýnda bir karar almýþtýr. Balkanlar’da milyonlarca Türk öldürülürken ve yüzlerce yýldan beri oturduðu topraklardan atýlýrken insan haklarý savunucusu Avrupalýlarýn sesi niye çýkmadý? Þunu bilelim. Avrupa, Türk’ü Haçlý Seferlerinden beri bir tehdid olarak görmektedir. Bu nedenle, Türk dün de,bu gün de Avrupa da ailesinden sayýlmamaktadýr. Türkler ne yaparsa yapsýn dün de bu gün de Avrupa’ya yaranamamaktadýr.
Rumeli’nin kaybýnda olduðu gibi, Anadolu’ya sýðýnmýþ Türk milleti üzerine de tuzaklar,bölme,yýkma planlarý yürürlüðe konmuþtur.

______________________________________________________________
1)Yýlmaz Öztuna,Rumelini Kaybýmýz,Ötüken,1990
2)Justýn McCarty,Ölüm ve Sürgün,Ýnkýlap Kýtabevi,2003
3)Bilal Þimþir,Rumeli’den Türk Göçleri,TKAE,1967

TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE TÜRKLERE UYGULANAN ŞOVENİST BULGAR POLİTİKALARI

TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE TÜRKLERE UYGULANAN ŞOVENİST BULGAR POLİTİKALARI

Muhacirler, kaybedilmiş toprakların aziz hatıralarıdır.”
M. Kemal ATATÜRK

1389’dan 1878’e kadar Osmanlı Devleti’nin hoşgörü ve adalet dolu himayesi altında varlığını sürdüren Bulgarlar, bu süre zarfında her türlü dini vecibelerini yerine getirme hürriyetine sahip olmuş ve hiçbir şekilde soykırıma tabi tutulmamışlardır.Yaklaşık olarak 5 asır boyunca kardeşçe bir arada yaşamış olan iki milletin arasına nifak tohumları ekilmiş ve birkaç sene gibi kısa bir sürede birbirlerine düşman edilmişlerdi.
Bulgarların geçmişine baktığımızda aslında Türk oldukları göze çarpar.VI.yüzyılda Asparukh öncülüğünde Tuna boylarına gelip yerleşen Bulgar Türkleri’nin burada Slavlarla yoğun bir şekilde temasta bulunmaları hem Slavlaşmalarına hem de Hristiyanlaşmalarına neden olmuştur.Böylece, Türklük özelliklerini kaybetmişler ve Ortodoks dünyanın sıradan bir piyonu olma görevini üstlenmişlerdir.Osmanlı Devleti’nin himayesinde refah altında yaşayan bir milletin kısa zamanda dış kaynaklı propagandaların etkisi altında kalarak ihanet etmesi,onu Rusya’nın Panislavist söyleminin Balkanlar’daki en hararetli savunucusu haline getirmiştir.Bu çerçevede, Bulgarların Türklere karşı gerçekleştirdiği soykırım hareketlerinde en büyük payın Rusya’ya ait olduğunu söylemek yanlış olmaz.Nitekim Bulgarlar, bu faaliyetleriyle tarihte Türklere en fazla zararı dokunan kavimlerden biri olmuştur.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından galeyana getirilen Bulgarlar, 1.500.000 Türk’ün göç etmesine neden olmuştur.Bu insan kitlesinin 450.000’i ya perişanlık ve sefalet içinde ölmüşler, ya da Bulgar çetelerince katledilmişlerdi.1912-1913 Balkan Savaşları’nda hayal dahi edemeyeceği bir galibiyet kazanan Bulgarlar, bir anda kendilerini Çatalca önlerinde bulmuşlar ve Osmanlı’dan ele geçirdikleri topraklar üzerinde akıl almaz cinayetler işlemişlerdi.Genelini kadın ve çocukların oluşturduğu 500.000 insanımızın barbar Bulgar milislerince katledilmesi olayların hangi boyutlara ulaştığını ortaya koymaktadır.Ayrıca,Balkan Savaşları esnasında 440.000 kadar Türk’ün Anadolu’ya göç ettiği tahmin edilmektedir.
Bütün bu insanlık dışı uygulamaların amacı, Panislavizme inanmış,tek uluslu bir Bulgaristan yaratmaktı.Bunun için Türk azınlık katledilmeli veya en azından göçe zorlanmalıydı.Zira, nüfusunun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bir Bulgaristan’da Panislavist söylem yankı bulamazdı.Bulgarların,bu akıl dışı ülkülerine hayat sahası kazandırmak için izlemedikleri yol, uygulamadıkları strateji kalmamıştır.Türk isimlerinin Bulgar isimleriyle zorla değiştirilmeye çalışılması,dini faaliyetlerin yerine getirilmesinin engellenmesi,komünizm bahanesiyle camilerin kapılarına kilit vurulması,İslam’ın öngördüğü sünnet olmanın yasaklanması,Müslüman Türklerin cenazelerini Ortodoks usülleriyle defnetmeye zorlanışı,Türkçe yayın yapan gazete,dergi ve kitapların basımının durdurulması,Türkçe soyadlarına -ev,-eva,-ov,-ova gibi Slav kökenli eklerin ilave edilmesi,aile arasında dahi Türkçe konuşmanın yasaklanmaya çalışılması gibi faaliyetler bu ülküye erişmek için yapılan,görünüşte etkili olması beklenen ancak pratikte tam bir fiyaskoyla sonuçlanan, uygulamalardır.
Bulgaristan, 1944 yılında komünizmi kabul ederek Soğuk Savaş Dönemi’nde Varşova Paktı’na dahil olmuş ve Sovyetler Birliği’nin etki alanına girmişti.Komünizmin kabul edilmesiyle bitmesi beklenen facialar bitmemiş; aksine artarak devam etmiştir.Bulgar yönetiminin, Türkleri Bulgar potasında eritip asimile etme çabalarını devlet politikası haline getirdiğine tanıklık ediyoruz. Bunun için de ‘devlet terörü’ uygulamaktan çekinmemiştir.İşte, “Tek Komünist Halk” yaratma sevdasıyla tarihsel süreç içinde Türk azınlığın nasıl tanımladığına basit bir örnek: 1950’ye kadar soydaşlarımız ‘Türk Azınlığı’ şeklinde ifade edilirken,1950-1965 yılları arasında ‘Türk Ahalisi’, 1965-1976 arasında ‘Türk Kökenli Bulgaristan Vatandaşı’,1976 yılının akabinde ‘Bulgar Türkleri’ ve son olarak 1984 yılından sonra ‘Müslümanlaştırılmış Bulgarlar’ tabirleriyle Bulgaristan’daki Türk varlığının tanımı sıkça değiştirilmiştir. Bununla da yetinilmemiş,Türklerin yoğun olarak yaşadıkları yerlere ilişkin ‘Bulgarlaştırma-Hristiyanlaştırma’ faaliyetlerine bağlı olarak 1948,1951,1964,1969 ve 1970 yıllarında çıkartılan kararnameler,Bulgar yetkililerce titizlikle yürütülmüştür.Bulgar devleti bunun meyvasını, 1950-1951 döneminde 154.393 Türk’ün göç etmesine sebep olarak almıştır.
Bulgaristan, bünyesindeki Türk azınlığın temel hak ve özgürlüklerini 27 Kasım 1919 Neully Suır-Seine,24 Temmuz 1923 Lozan,18 Ekim 1925 Türk-Bulgar Dostluk,10 Şubat 1947 Paris Barış,1975 Helsinki Nihai Senedi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi uluslararası antlaşmalarla garanti altına almıştır.Aynı zamanda, Bulgaristan anayasasıyla bunu onaylamıştır.Bulgar yönetimi,Türkleri asimile etme faaliyetleriyle yalnızca uluslararası antlaşmaları değil;kendi anayasasını ve bu anayasaya yaşam veren Marksist-Leninist ideolojiyi de çiğnemiştir.
1951’de çıkarılan kararnameyle komünist ideolojinin Türkler arasında yayılması için Türk azınlığa kendi dillerinde eğitim ve yayın yapma hakları verilmiştir.Bu çerçevede ‘Yeni Işık’,’Eylülcü Çocuk’,’Yeni Hayat’ gibi sıkı kontrol altında tutulan gazete ve dergiler çıkarılmıştı.Ancak,uygulama Bulgar yetkililerin umdukları şekilde sonuçlanmamıştır.Komünist ideoloji Türk halkı içinde hayat sahası bulamazken, Türkler arasındaki birlik,beraberlik ve dayanışma artmış,milliyetçi hisler gelişmişti.Daha sonra bu olumlu gelişme 1956 yılında Bulgaristan Komünist Partisi’nin Genel Başkanlığına Todor Jivkov’un getirilmesiyle gölgelenmişti.İşte, bu tarihten sonra komünizmin yapısında bulunmaması gereken ‘din ve milliyet’ gibi prensipler yeniden gün ışığına çıkmış;Türklere karşı ‘Hristiyanlaştırma-Bulgarlaştırma’ ülküsü doğrultusunda şovenist uygulamalara devam edilmiştir.Buna bağlı olarak, 12 Ekim 1946 tarihinde devletleştirilen Türklerin öğrenim gördüğü 2500 ilkokul,67 ortaokul,1 lise ve öğretmen okulu, Bulgar okullarıyla birleştirilmiştir.1959’da Türk azınlık okulları kapatılmış,Türkçe seçmeli ders olarak haftada 2 saate indirilmiş ve 1974’te tamamen kaldırılmıştır.Yine buna paralel olarak, Türkçe yayın yapan gazete ve dergilerin basımı yasaklanmıştır.Ayrıca, 17 Ocak 1970 tarihinde Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi ve Politbüro yetkilileri, 549 sayılı “gizli tedhiş ile milliyet ve din değiştirme” kararını almışlardır ve kararın uygulanması 1968-1972 yılları arasında Pomak Türkleri’ne yapılan katliama dönüşmüştür.Bu asimilasyon hareketinde 300.000 Makedon ve 200.000 Pomak Türk’ünün silah zoruyla isimleri değiştirilmiş ve direnen binlerce soydaşımız şehit edilmiştir.
Bulgar yönetimi Pomak Türkleri’ni dünyaya ‘Müslümanlaştırılmış Bulgarlar’ şeklinde takdim etse bile aslına bakıldığında bunun koca bir yalandan ibaret olduğu anlaşılır.Pomak Türkleri, Kuman(Kıpçak) Türkleri’nin torunlarıdırlar ve son tahlilde Müslümandırlar.Böylesine sıkı sıkıya bağlı olduğumuz Pomak Türkleri’ne 1968-1972 yılları arasında girişilen asimilasyon hareketine karşı Türk diplomasisinin ve kamuoyunun sessiz kalması,olayların dünya kamuoyuna gerektiği gibi duyurulamamasına ve daha da kötüsü 1984-1985 yıllarında girişilecek olan yeni soykırım hareketine zemin hazırlamıştır.
Çıkartılan kararnamelerle Türkleri Slavlaştıramayacağını anlayan BKP Merkez Komitesi Şubat 1984’te bütün ülke çapında asimilasyon kampanyasının hızlandırılıp sonuçlandırılmasına karar vermiş ve Bulgar güvenlik güçlerini daha aktif bir şekilde devreye sokmuştur.Türk isimlerinin Bulgar isimlerle değiştirilmesi,Türkçe konuşmanın yasaklanması,İslam dininin icaplarının yerine getirilmesinin engellenmesi, camilerin çeşitli gerekçelerle yıkılması,2-16 yaş arası çocukların ailelerinin ellerinden zorla alınarak kreşlerde Slav kültürüyle yetiştirilmesi,Türklerin askere alınmayıp ‘Trudovak’ denilen işçi birliklerinde çalıştırılması,Türk gençlerinin Bulgarlarla evlenmeye teşvik edilmesi gibi tarihten gelme birikimlerinden yararlanan Bulgarlar,yaptıkları soykırımı belgeleyecek hiçbir iz ve delil bırakmama gayreti içine girerek,bu soykırıma diğerlerinden ayrı bir atmosfer kazandırmıştı.Bulgaristan yönetiminin Türklerin yaşadığı yerleri birinci derece askeri yasak bölge ilan etmesi,sınırlarını dünya basınına kapaması ve Varşova Paktı ülkelerine ait basın mensuplarının bile bu bölgelere girmelerine müsaade etmemesi bu çerçevede değerlendirilebilir.
Bulgar güvenlik güçleri işe ilk olarak Güney Bulgaristan’dan başlamıştır.Kırcaali,Mestanlı,Filibe, Yanbolu, Eski Zağra ve İslimiye gibi yerleşim merkezleriyle köylere baskınlarda bulunulmuş ve zorla isim değiştirme yoluna gidilmiştir.Bu baskınlarda direnen yüzlerce soydaşımız öldürülmüş veya Belene,Sofya,Lofça ve Pernik gibi toplama kamplarına gönderilmiştir.1984 sonu itibariyle 1 milyondan fazla soydaşımızın isimleri değiştirilmiş ve Kuzeydoğu Bulgaristan’daki Türk yerleşim yerlerine hücum edilmişti.Plevne,Razgrad,Eskicuma,Şumnu,Varna,Silistre ve Osmanpazarı gibi yerlerde de aynı işlem uygulanmış;yine işkence,zulüm ve katliamlar kendini göstermişti.
Bulgar yönetiminin asimilasyon politikaları devam ederken Türklerin direniş grupları kurdukları gözlenmiştir.6 Mayıs 1989’da 300 kişiden fazla Türk açlık grevine başlamış ve bu grevler zamanla protesto yürüyüşlerine dönüşmüştür.Şumnu’ya bağlı Mahmuzlar kasabasında 10 bin,Bohçalar köyünde 15 bin,Razgrad’ta 5 bin,Dulova’da 5 bin soydaşımız yürüyüşler düzenlemişlerdir.Bu yürüyüşler esnasında Bulgar güvenlik güçleri kalabalık üzerine ateş açarak 30’dan fazla insanımızın ölümüne ve yüzlercesinin de yaralanmasına sebep olmuştur.Öte yandan, binlerce Türk tutuklanmış ve sürgün edilmiştir.
Todor Jivkov’un 29 Mayıs 1989’da televizyona çıkarak Türkiye’yi sınırları açmaya davet etmesi üzerine,mal varlığına el konulmuş yüzbinlerce Türk,kanunlara aykırı olarak sınır dışı edilmişti.1989’un sonuna kadar yaklaşık 350.000 soydaşımız Türkiye’ye göç etmişti.Her ne kadar, bazı kaynaklar Bulgaristan’daki Türk nüfusunu olduğundan daha az gösterme yoluna gitse de Türkler ülke nüfusunun 1/3’ünü oluşturmaktadır ve nüfus artış hızı Bulgarlara oranla daha yüksektir.Bulgar devleti,’Slavlaştırma’ politikasının iflasını ve Türklere zorla birşeyin kabul ettirilemeyeceğini kavramışlardır ki, sınırları açma yoluna gitmişlerdir.
1989’dan 2005’e kadar geçen süre zarfında ise Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle Bulgaristan’ın Batı’yla entegrasyon çabalarına girmesi Türklere karşı daha ılımlı politikalar izlemeyi beraberinde getirmiştir. Hatta,Türk azınlık Ahmet DOĞAN’ın önderliğinde ‘Hak ve Özgürlükler Hareketi’ adında bir parti kurup koalisyon ortağı bile olmuşlardır.Uyguladıkları şovenist politikalarla Türk azınlığı yıldıramayan Bulgarlar,deniz çekilse bile tuzunun mutlaka dibinde kalacağını geç de olsa anlamışlardır.Gelecekte ise, Bulgaristan Türklerini aydınlık,barış ve refah dolu günler bekliyor.
.
KAYNAKÇA

· AĞANOĞLU Yıldırım,Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makus Talihi Göç,Kum Saati Yay.,İst.2001
· ALP İlker,Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi(1878-1989),Trakya Üniversitesi Yayınları:90/1,Ankara1990
· LÜTEM Ömer ,Tarihsel Süreç İçinde Bulgaristan Türklerinin Hakları,Balkan Türkleri,ASAM Yayınları, Ankara 2003
· ÖZBİR Kamuran,Bulgar Yönetimi Gerçeği Gizleyemez,Başkent Gazetecilik, İstanbul 1986
· ŞİMŞİR Bilal,Bulgaristan Türkleri(1878-1985),Bilgi Yayınevi,İstanbul 1986
· TURAN Ömer,Geçmişten Günümüze Bulgaristan Türkleri,Balkan Türkleri,ASAM Yayınları,Ankara 2003

DEMİR BABA TEKKESİ - KEMALLER İSPERİH-RAZGRAD




ÖZET
Kemaller İlçesinin kuzeydoğusundaki Demir Baba Tekkesi kültür içerisinde oluşan sosyal dini kurumlardan biridir. Bulgaristan’daki Alevi-Bektaşi insanlar için önemli bir ziyaret merkezi olan Demir Baba Tekkesi ritüeller ve inançlar arasında bir zincir oluşturmuştur.
Sunumumuzda Demir Baba Tekkesi çerçevesinde ritüellerin ve sembollerin analizi sergilenecektir

GİRİŞ
Bir topluluğunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsenmiş bulunduğu hayat tarzı, bütün maddi ve manevi unsurlarıyla onun kültürünü teşkil etmektedir (Güngör, 1976: 75). Bu hayat tarzı içindeki sosyal ve dini kurumlar ve bunlar etrafında oluşan davranış biçimleri de kültürün bir parçasını oluşturmaktadır.
* 12-15 Nisan 2007 tarihleri arasında Bulgaristan Veliko Turnova Üniversitesi’nin düzenlediği “The Balkans: Languages, History and Cultures” adlı sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur.
** Yard. Doç. Dr. Gazi Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü: aturan@ gazi.edu.tr
Deliorman ve çevresi Arnavutlukla beraber Rumeli’de Bektaşiliğin en fazla yayıl-dığı yöre olmuş ve bu çevrede birçok Bektaşi tekkesi kurulmuştur (Tanman, 1994: 150) .
Kemaller (Isperih) kasabasının kuzeybatısında bulunan Demir Baba tekkesi de kültür içinde teşekkül eden önemli sosyal-dini kurumlardan biridir. Tekke, çok sayıda merdivenden inilen bir vadiye kurulmuştur. Demir Baba tekkesine inen uzun merdivenlerin sağ ve solunda renk renk kumaş parçaları ile süslenmiş olan adak ağaçları, tekke girişinde de kutsal su mevcuttur. Tekkenin bahçesinde ise adak taşı, hastaların iyileşmesi için üzerine yattığı taş, mağaraların bulunduğu yerde dikili taş, Demir Baba’nın ve Hz. Ali’nin ayak izlerinin bulunduğu taş vardır.
Tekke duvarlarında da muhtelif semboller bulunmaktadır. Mevcut bütün bu semboller etrafında da bir dizi ritüeller oluşmuştur.
Bu semboller etrafında oluşan inanç ve ritüellerin kaynağı nedir? Neye cevap vermektedir. Dinler tarihinin yardımıyla kozmik simgeciliğin cevabını verebiliriz. Eliade “kültürleri koruyan imgelerin ve simgelerin varlığıdır” (Eliade, 1992: 25) demektedir. İmgelerin ve simgelerin dili çözüldüğü takdirde kültürle, dolayısıyla tarihle diyalog kurulmaktadır.
Bildirimizde de Demir Baba tekkesi ve çevresindeki sembollerin ve ritüellerin bir çözümlemesi yapılacaktır.
A- DEMİR BABA TÜRBESİ
Mimari açıdan da ilginç olan Demir Baba türbesi sekiz köşeli, sekiz metre yük-sekliğinde altı metre genişliğindedir (Tanman, 1994: 151) Tekkenin kapısının üstünde “lâ fetâ illâ Ali, la Seyfe illâ Zülfikâr” ( “Ali’den başka er yok. Zülifkârdan başka kılıç yok”) yazısı bulunmaktadır.
Demir Babanın sandukası diğer veli sandukalar gibi çok büyüt boyuttadır. Çevresi Bektaşî terminolojisinde “çerağ” adı verilen on iki adet şamdanla kuşa-tılmıştır. On iki imamın ruhaniyetlerini remzeden bu çerağlardan başka aynı sembolizmden kaynaklanan on iki kollu büyük bir şamdan ile “taht-ı Muhammed” denilen üç basamak üzerinde dizili çerağlar da bulunmaktadır. Sandukanın başucunda on iki dilimli hüseynî taç, ayakucunda bir çift madeni pabuç ile iki bıçak yer almaktadır. Türbenin içinde bir de adak sandığı vardır (Tanman, 1994: 150).
Demir Babanın sandukasının üzerinde ziyaretçiler tarafından bırakılan çeşitli örtüler, havlular, muhtelif kıyafet ve eşyalar mevcuttur..Ayrıca ziyaret edenler tarafından bir müddet sanduka üzerinde bırakılan bebek kıyafetleri, yeni evleneceklerin gelinlikleri, evlenmek isteyenlerin,hastaların muhtelif giyecekleri mev-cuttur. Bütün bu bırakılan giyecekleri daha sonra giyen insanların bahtının açı-lacağı, sağlıklı olacağı, güclü, huzurlu, mutlu olacağı inancı hâkimdir.
Deliorman yöresindeki Alevi-Bektaşilerin Demir Baba tekkesine büyük bir bağlı-lık gösterdikleri ve türbeye çok sayıda ziyaretçinin geldiği bilinmektedir. Caferlerli Muharrem Z. Yumuk’un Bulgaristan’da Türk Okullarında şarkı olarak söylenen aşağıda verdiğimiz şiiri Demir Baba’ya olan saygının ve muhabbetin bir tezahürüdür.
Gelin gidelim ey arkadaşlar Urumeli’ne Deliorman’aBak bu Silistire’ye Tutrakana Demir Baba’ya
Burada yatanlar, burada yatanlar Bizim anamız, bizim babamız (Hezarfen, 1999: 158).
Türbeyi ziyaret esnasında da Demir Baba türbesi çevresinde oluşan bir dizi inanç ve ritüeller de yerine getirilmektedir.
B- ATALAR KÜLTÜ
Eski Türklerde atalara karşı saygı duyulur, sözlerine kulak verilir ve tecrübelerine güvenilirdi (Kafesoğlu,1980: 93).
Evliya menakıpnamelerinde de Türklerin Müslüman olmadan önceki Tabiat kültü, atalar kültü ve benzeri kültlerle birlikte, Budizm, Manihaizm ve Mazdeizmden geçen motiflerin yer aldığını tespit edebiliriz. Bu motifleri billha-sa Bektaşi menkıbelerinde çok sayıda görmek mümkündür (Ocak, 1992: 70).
Bu motif ve kültler Velilerin yerleşim merkezleri ve türbelerinin bulunduğu yer-lerde oluşan inanç ve ritüellerde de mevcuttur.
İslamiyet öncesi eski Türk inançlarından olan atalar kültünün velî kültünün temelinin hazırlanmasındaki önemine de değinmek gerekir. Muhtelif Türk züm-releri arasında en eski ve köklü inançlardan biri olduğu bilinen atalar kültü genel olarak ecdadın takdisine dayanır (Ocak, 1992: 12).
1890’larda Orta Asya’da araştırma yapan Fransız tarihçi Fernand Grenard, gezdi-ği yerlerde Veli kültünü incelemiş mezarlarda yapılan ziyaret ve kurban mera-simleriyle mukayese ederek buralardaki veli kültlerinin eski atalar kültü ile ilgisi olduğu sonucuna varmıştır (Ocak, 1992: 12).
İslami devrede de ata mezarlarını ziyaret, onlara hürmet gösterme, mezarlarını koruma devam etmektedir. Ayrıca güçlükler karşısında onların yardımcı olacağı inancı da sürmektedir. Ziyaret edilen evliya, ermiş mezarları, türbeler çaresiz kalmış insanlarınızın ümit kapısı olarak canlılığını korumaktadır (Kalafat, 1995: 71). Evliya mezarlarına, atalar kültüne olan bir saygının devamı olarak verilen değer asla bir tapınma olarak tezahür etmez. Halk ataya evliyaya karşı duyduğu saygı ve sevgiyi göstererek dualarının gerçekleşmesinde aracı olmasını bekler. Demir Baba’nın türbesine yapılan ziyaret de atalar kültünün günümüzdeki bir bakiyesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
C- AĞAÇ VE ADAK
Türk kültür tarihinde ağaçlarla ilgili inanç ve uygulamaların tarihi çok eskidir. Eski Türk inançlarında ağaç dünyanın merkezinin sembolü olarak kabul edilir. Bu ağaç gökyüzü ile yeryüzünü birbirine bağlayan dikey merkezdir (Turan, 1992: 543). Ağaç, gökyüzü, yeryüzü, yer altı ve insan ile Tanrı arasında irtibatı sağlayan bir kozmik geçiş vasıtasıdır. Ağaç kozmik hayatın bilinmeyen tükenmeyen kayna-ğını oluşturmakta öte yandan da gökyüzü ve cenneti temsil etmektedir.
Eski Türk inanç sisteminde yaratıcı, esirgeyici ve tek Tanrı’ya belâlardan kurtul-mak, şükran duygularını ifade etmek için adaklar adamak, kurban sunmak yaygın bir uygulamadır. Giden Tanrı kutunu (şansını) geri getirmesi için Tanrı’yı sem-bolize eden kutsal ağaçların altında törenler yapılmakta bezler bağlanarak kut-sal ağaç vasıtasıyla Tanrı’ya niyazlarda bulunulmaktadır (Ergun, 2004: 374).
İnanca göre, bu ağacın kökleri yer altındaki cehenneme, dalları gökyüzündeki cennete ulaşmaktadır. Cennette, yani “Işık Âlemi”nde Tanrı bulunmaktadır. Tanrı’dan bir şey dileyen, başındaki bir hastalıktan bir felâketten, belâdan kur-tulmak isteyen insanlar, Tanrı mekânına ulaştığına inandığı ağacı bir vasıta olarak kullanır. Ağaç vasıtasıyla kişinin hastalığını, sıkıntısını öğrenen Tanrı, yine ağaç vasıtasıyla onlara yardım etmektedir (Ergun, 2004: 374).
Türk geleneğinde kutsal mekânlarda Tanrı’ya yönelik bir şekilde yapılan kurban işlemi, kanlı ve kansız olmak üzere iki şekilde gerçekleştirilir. Kanlı ve kansız kurbanlar, hep bir ayin ya da tören eşliğinde Tanrı’ya sunulmaktadır (Ergun, 2004: 375). Ağaçlara bağlanan pacavralar da Tanrı’ya sunulan kansız kurbanlar-dan bir tanesidir.
İslamiyet öncesinde Türkler mezar ve ağaçlara paçavralar, bezler bağlayarak, dağ, orman, ağaç ve su ruhlarına kurbanlar adayarak minnet ve teşekkürlerini ifade etmişlerdir.
Bu gün ise Müslüman Türklerde bu inanç ve ritüellere paralel olarak bu ruhların yerine velilerin ruhlarına adak adama inanç ve ritüelleri oluşmuştur.
Hatta bu uygulama halkın büyük bir çoğunluğu tarafından da dini bir zorunlu-lukmuş gibi yerine getirilmektedir.
Demir Baba Türbesini çevreleyen ağaçlara çalılara bağlanan bezler de, adak adayan kişinin öncelikle kendi eşyasından bir şeyi, bir parçayı bu uğurlu kutsal tanınan yerde bırakmak bu suretle de iletişimi muhafaza etmek, kendisini hatır-latmak içindir (Tanyu, 1967: 329).
Ağacın bu şekilde insan hayatıyla alakadar görünmesi aslında onun devamlı yeniden dirilen bir varlık sıfatıyla bizzat hayat taşıyıcısı olduğu inancıyla bağlan-tılıdır. Ağaç hayatın ve ebediliğin timsali olarak benimsenmiştir (Ocak, 2000: 112).
Anadolu sahası, ağaç kültünün Müslüman Türklerdeki en ilgi çekici tezahürleri-nin ortaya çıktığı yerlerden biri olarak görünmektedir. Özellikle Aleviler arasın-daki ağaca saygı devletin resmi belgelerine girecek kadar dikkati çekmektedir. Memduh Paşa adında bir Osmanlı Valisinin II. Albülhamid’e yolladığı bir rapor-da Alevilerin büyük ağaçlara son derece hürmet gösterdiklerini ve sık sık ziyaret ettiklerini belirtmektedir (Ocak, 2000: 114). Sadece Aleviler arasında değil bütün Anadolu insanı tarafından bu ağaçlara yapılan ziyaretlerde adaklar ve kurbanlar sunulmakta, ağaç dallarına dilek çaputları asılmaktadır. Ayrıca halk, ulu ağaçla-rı kesmenin iyi bir şey olmadığına uğursuzluk getireceğine inanmaktadır. Ulu ve tek başına olan ağaçları kesenlerin başına gelen felaketler, Anadolu’nun her yerinde sık sık anlatılmaktadır.
Ağaç kültüyle ilgili dikkati çeken bir başka nokta, aşağı yukarı Orta Asya sahasın-dan Anadolu’ya kadar bu kültün tesbit edildiği her yerde ağaç-evliyâ münasebe-tine rastlanmasıdır. Radloff, Sibirya’daki araştırmaları sırasında çeşitli yerlerde bazı ağaçlar yanında evliyâ mezarları tesbit etmiş ve bunları ağaçlarda mevcut olduğuna inanılan ruhların, Müslüman evliyâ hüviyetinde ortaya çıkması olarak yorumlamıştır (Ocak, 2000: 117).
Anadolu’nun tamamındaki ziyaret yerleri gözden geçirildiğinde pek çok yerde türbe veya mezarların yanı başında kutlu sayılan ağaçlar mevcuttur. Bütün bun-lar bize şunu göstermektedir. Türkler arasında özellikle de Aleviler arasında ağaç kültünün önemi büyüktür ve ağaçla ilgili inanç ve ritüeller bütün canlılığı ile yaşamaktadır.
D- TAŞ KÜLTÜ
Çok eski zamanlardan beri tabiatta çeşitli cansız varlıklar içinde varlığını en daimi biçimde sürdürenler insanların dikkatini çekmiştir. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün haşmetiyle duran iri bir kaya veya göğe doğru yükselen muazzam bir granit kütlesi, eski insanın hayretini, saygısını celbetmiştir. Dayanıklılığı ile de sonsuza kadar var olabilmenin adeta bir sembolü gibi görün-müştür (Eliade, 1975: 181; Ocak, 2000: 102).
İnsanlardaki bu saygıyı oluşturan etkenlerin başında taşlarda gizemli bir yaşam izinin varlığına inanmak gelmektedir (Ersoy, 2000: 159).
Bu sebeple dünyanın hemen her yerinde taşlarla ilgili inanç ve ritüeller oluş-muştur. Birçok ilkel toplum, kutsal saydıkları kayaların içinde ata ruhlarının bulunduğuna inanırlar. İlkel toplumlarda Tanrı kabul edilen tapınılan taşlar da mevcuttur. Bunların haricinde kutsal sayılan ve çeşitli dinî ve büyü amacıyla kullanılan çok sayıda taş mevcuttur (Hançerlioğlu, 1975: 617).
Mevcut bilgiler Orta Asya’da da İslam öncesi devirde Türklerde bazı taş ve kaya-ların kutlu sayıldıklarını göstermektedir. 1920’lerde Mavenâünnehir bölgesini dolaşan Joseph Castogne Fergana’da Taşkent ve Buhara dolaylarında büyük ve tuhaf şekillerdeki kayalara ve taşlara son derece saygı gösterildiği, bunların insanlar üzerinde iyi veya kötü etkiler bırakabilecek büyülü kuvvete sahip oldu-ğuna inanıldığını bu sebeple devamlı ziyaret edildiklerini söylemekte ve bunla-rın her birinin yanında bir evliya mezar bulunduğunu ilave etmektedir (Ocak, 2000: 103-104).
Halk bu taş ve kayaları basit bir kaya ve taş parcası olarak düşünmemekte, taş ve kayaların farklı yapılarından dolayı bunları bir çeşit ilahi gücün çıktığı yer olarak kabul etmektedir (Güngör, 1990: 341).
Günümüzde Anadolu’da taş ve kayalara ilgili pek çok inanç ve ritüelin yaşadığı-nı söyleyebiliriz. Ancak taş ve kaya kütlüne ait menkıbeleri ihtiva eden tek mena-kıpname, Hacı Bektaş Veli’ye aittir.
Buradaki menkıbelerden birinde anlatıldığına göre Hacı Bektaş Veli bir taşı bıçakla keserek ikiye ayırmıştır (Tanyu, 1968: 143). Menakıpnamede taş ile ilgili daha başka menkıbeler de mevcuttur.
Bugün Hacı Bektaş Veli külliyesinin içinde veya yakın çevresinde Beş taşlar (şahid taşı), Selam kaya, At kaya, Delikli taş, Minder kaya, Kulunç kaya (Tanman, 1996: 463) gibi bir kısmı fonksiyon açısından külliye ile bağlantılı bir kısmı da Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin menkıbelerin hatırasını yaşatan muhtelif taşlar bulunmaktadır.
Demir Baba tekkesinin bahçesinde de yukarda anlattığımız taş kültü ekseninde oluşan inanç ve ritüellerin bir tezahürünü görürüz. Kadınlar başörtülerini taşın deliğinden geçirip, baş ağrılarının geçmesi için dilekte bulunurlar (Georgieva, 1998: 177) .Aynı zamanda ziyaretçiler Tekkenin bahçesinde bulunan adak taşının deliğinden mendil geçirip çeşitli dileklerde bulunurlar. Bu dilekler ev, araba almak, evlenmek, mutlu bir yuva kurmak, hastalıktan kurtulmak, şifa ummak, borçlardan kurtulmak ve huzur içindir. Bu dilek taşı ile ilgili diğer bir uygulama da taşın içinden yüzük geçirmedir. Taştan içeri atılan yüzük içeride kalmayıp yere düşerse tutulan dileğin gerçekleşeceğine inanılmaktadır.
Genel anlamıyla bu delikli taşlar, yeniden doğuş ve verimliği ayrıca döl yatağını temsil etmektedir (Eliade, 1974: 195). Hasta olan kişiler de buradan geçirildiğin-de annesinden yeni doğmuş gibi kabul edilmektedir (Güngör, 1998: 342).
Tekke ziyaretinden sonra gerçekleştirilen bir başka ziyaret de mağaraların bulunduğu yerdeki dikili taş ziyaretidir. Bu taşın deliğine girmekten korkulur. İnanışa göre bir günahkâr bu taşın deliğinden geçmeye kalkarsa yaklaşık dört metre yükseklikteki kayadan uçuruma yuvarlanır (Georgieva, 1998: 177).Bir ben-zerinin de Hacı Bektaş’ta yaşandığı bu ritüelde her kim ki bu taşın deliğinden geçemezse günahkârdır. Bu delikli taşlarla ilgili gercekleştirilen ritüellerde insanların imtihan edildiğini, adeta bu taşların günah ölcen mekanizmalar oldu-ğunu görmekteyiz.
Taş ve kaya kültüyle alâkalı asıl ilgi çekici menkıbeler, üzerinde insan izi bulun-duğuna inanılan kayalara dairdir. Yine Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî’de nakledil-diğine göre, Hacı Bektaş güvercin şeklinde Anadolu’ya uçup geldiği zaman Suluca Karaöyük’teki bir taşın üstüne konmuş ve ayakları bu taşa gömülmüştü (Ocak, 2000: 105).
Hacı Bektaş’ın Sarı Saltık adındaki müridinin Kaligra (Bulgaristan)’daki bir kaya-da el ve ayak izlerinin bulunduğundan yine aynı menâkıbnâmede bahsedilir. Söz konusu bütün bu taş ve kayalar mukaddes tanınmakta, çeşitli ziyaretlere konu olmaktadır. Bu gün Anadolu’nun hemen her tarafında üzerinde Hz.Ali’nin “atı-nın ayaz izleri” bulunduğu söylenen ve bu yüzden takdis ve ziyaret olunan birçok kayalara rastlanmaktadır (Ocak, 2000: 105).
Demir Baba tekkesinin çevresinde de ziyaret edilen yerlerden bir diğeri de Demir Baba’nın demir ayakkabılarının ve Hz. Ali’nin “Düldül” adlı atının demir nalları-nın izi olduğuna inanılan yerdir.
Demir Baba tekkesinin duvarına bitişik büyükçe bir taş da şifa umanların sağlık isteyenlerin üzerine yatıp kalktığı bir mekândır. Aynı uygulamaya Anadolu’da da sıkça rastlanmaktadır. Örnek verecek olursak Kırşehir’de Âşık Paşa türbesinin önündeki mezarlardan birinde, beşik şeklinde bir taş vardır. Çocukları yaşama-yan anneler evlatlarını bu taşın üzerine yatırırlarsa çocuklarının yaşayacağına inanırlar (Tanyu, 1967: 265).
Anadolu’nun pek çok yerinde de benzeri uygulamalar bulunmaktadır. Orta Asya’dan günümüze Anadolu ve Balkanlar’da bu kültün de tezahürlerini İslami bir çehre ile görmekteyiz.
E- SU KÜLTÜ
En eski devirlerden itibaren Türklerin tabiat kültünde su önemli bir unsur olmuştur. Orhun yazıtlarında “yer-su” Türklerin koruyucu ruhları olarak zikredilir (İnan, 1976: 40).
Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan inanç silsilesi içinde su arındırıcı, temizleyici özelliğe sahiptir. Suyun arındırma özelliğine Hıristiyanlıkta vaftiz, İslamiyet’te de abdest uygulamalarında rastlamaktayız.
Demir Baba Tekkesinin de bahçe girişinde sol tarafta kutsal olduğuna inanılan bir su mevcuttur. Demir Baba sağ elinin beş parmağını bir kayaya vurup delerek orada beş göz halinde fışkıran berrak bir su kaynağı meydana getirmiştir (Noyan, 1995: 618). Bu suya “Beş parmak” adı verilir.
Demir Baba’nın türbesini ziyaret etmek için gelenlerin içeri girmeden önce kut-sal kaynak suyu önünde durması zorunludur.
Buradan üç yudum su içilmesi, kaynak suyu ile yüzün üç kez ıslatılması gerekir. Daha sonra suya madeni (bozuk) para atılır. Kaynaktan eve götürmek üzere de su alınır. Tekkeyi ziyaret edemeyenlere aileden hasta olanlara iyileşmeleri için su verilir. Bu su nadir de olsa hasta olan hayvanların üzerine iyileşmeleri için serpilir (Georgieva, 1998: 180).
Anadolu’da pek çok yerde kutsal sayılan su ziyâretgahları mevcuttur. Bunlardan sadece bir tanesine örnek olarak Giresun Bektaş yaylası, Yürücek Tepesindeki suyu verebiliriz. Burada Hz. Ali susayıp içecek bu bulamayınca üç defa besmele çekerek elindeki kılıcı bir taşa üç defa çalmış. Üçüncüsünde taştan su fışkırmış-tır (Korkmaz. 2005: 389).Bu kutsal kabul edilen su halk tarafından ziyaret edil-mektedir.
Kutsal yerlerde bulunan su da kutsaldır. Kâbe’nin yanındaki kuyu suyu (zem-zem) Efes’teki Meryem Ana Evi’nin, Tarsus’taki Aziz Pavlosun doğduğu evdeki kuyunun suyu, Didim Apollon tapınağındaki, Antakya’daki Aziz Petrus (St Pierre) kilisesindeki kaynak suları bu tespite örnek teşkil etmektedir (Ersoy, 2000: 189).
F- DİĞER RİTÜELLER
Demir Baba türbesinin bahçesinde güney duvarında “şeytanın gözleri” olduğu söylenen iki delik vardır. Bu deliklerle ilgili farklı ritüeller uygulanmaktadır.
Bunlardan birincisi kim gözü kapalı olarak bu delikleri bulursa günahsızdır. Eğer bulamazsa günahları vardır (Georgieva, 1998: 181).
Diğer ritüel de duvardaki bu delikler şeytana ait gözlerdir. Ziyaretçiler gözlerini kapatıp kollarını öne doğru uzatarak işaret parmaklarıyla nişan alırlar. Eğer delikleri bulurlarsa, şeytanın gözünü çıkardıklarına inanırlar.
G- TEKKENİN DUVARINA ÇİZİLMİŞ OLAN SÜLEYMAN’IN MÜHRÜ
Tekkenin güney duvarına çizilmiş olan bu sembol “Süleyman’ın mührü veya Davut’un Yıldızı (Freke, 2001: 120) diye isimlendirilir.
Süleyman’ın mührü birbiri üzerine konmuş iki üçgendir. Kadim kabala inancın-da ilk ve tepesi yukarda olan üçgen mutlak varlık’ı (Tanrı’yı) remzeder. İkinci ve ters istikametteki üçgen ise gölgesi olan âlemi sembolize eder. İbranilere göre de atlı köşeli şeklin her köşesi bir peygambere işarettir. Bunlar; İbrahim, İshak, Yakub, Musa, Harun ve Davut Peygamberlerdir (Koca, 1999: 191). İslam inancına göre de bu mührün içinde “izm-i azam” yazılıdır.
Aslında Bâtıni düşüncelerin toplamını yansıtan bu mühür Alevi-Bektaşi inan-cında da yerini almıştır (Koca, 19999: 191). Süleyman’ın mührünün yer aldığı önemli yerlerden biri de Hacı Bektaş Veli Tekkesinde bulunan Üçler çeşmesi (Fevzi Baba Çeşmesi) dir. Çeşmenin kitabe levhasının altında da Süleyman’ın mührü kabartması mevcuttur.
SONUÇ
Ağaç kültü taş, kaya kültü ve su kültü ile ilgili motifler, Orta Asya’daki inançların devamından başka bir şey değildir. İslamiyet öncesinde de kutsal olan bu kültler İslamî bir çehre kazandıktan sonra da kutsallıkları devam etmiştir. Çoğunlukla da bu kutsal kültler Veli Kültü ile birlikte yer almakta ve bir takım ritüellerle de canlı tutulmaktadır.


KAYNAKLAR
ELİADE, Mircea. (1975). Taraite d’ Hıstoire des Religion. Paris.ELİADE, Mircea. (1992). İmgeler ve Simgeler. İstanbul.ERGUN, Pervin. (2004). Türk Kültüründe Ağaç Kültü. Ankara.ERSOY, Necmettin. (2000). Semboller ve Yorumlar. İstanbul.FREKE, Timothy-GANDY, Peter. (2001). Dinlerin Tarihi ve Gizemcilik. Çev: Orhan Tuncay.
İstanbul.
GÜNGÖR, Erol. (1976). Türk Kültürü ve Milliyetçilik. İstanbul.GÜNGÖR, Harun. (1998). Türk Budun Bilimi Araştırmaları. Kayseri.HANCERLİOĞLU, Orhan. (1975). İnanç Sözlüğü. İstanbul.HEZARFEN, Ahmet. (1999). Dobruca ve Deliorman’da Alevi-Bektaşi Tekkeleri, Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri, Ankara.İNAN, Abdülkadir. (1976). Eski Türk Dini Tarihi. İstanbul.İNAN, Abdülkadir. (1987). Makaleler ve İncelemeler. Ankara.KAFESOĞLU, İbrahim. (1980). Eski Türk Dini. Ankara.KALAFAT, Yaşar. (1995). Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri. Ankara.KOCA, Şevki. (1999). Mürg-i Dil. İstanbul.KORKMAZ, M. Akif. (2005). Eski Türk Tarihi ve Coğrafyasının Sürekliliğinde Giresun
Yöresi ve Bostanlı Köyünde Yer-Su Kutsalları. Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi. Sayı 34. Ankara.
NOYAN, Bedri. (1995). Bektaşilik, Alevilik Nedir? İstanbul.OCAK, Ahmet Yaşar. (1992). Kültür Tarihi Kaynağı Olarak, Menakıpnameler. Ankara: Türk Tarihi Kurumu Yayınları.
OCAK, Ahmet Yaşar. (2000). Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri.
İstanbul.TANMAN, Baha. (1994). Demir Baba Tekkesi. Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi Cilt.9, İstanbul,.
TANMAN, Baha. (1996). Hacı Bektaş Veli Külliyesi. Türkiye Diyanet Vakfı İslâmAnsiklopedisi, Cilt 14, İstanbul.TANYU, Hikmet. (1967). Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri. Ankara.TANYU, Hikmet. (1968). Türklerde Taşla İlgili İnançlar. Ankara.TURAN, Fatma Ahsen. (1992). Hayat Ağacı. Türk Kültürü Sayı-353, yıl XXX Eylül.

BRATOVO KÖYÜ VE BABAKONDUDAN GÖRÜNTÜLER


BABAKONDU ŞENLİKLERİNDE ÇOCUKLARIM VE YEĞENİM
ZUSKO :)




ÇOCUKLARIM VE YEĞENİM :))


YEĞENİM ZUSKO :))









ÇOCUKLARIM :)



KAYINPEDERİM ESKİ BRATOVO MUHTARI VE TVETNITSA MUHTARI İSMAİL AGA ARILARI KONTROL EDİYOLAR :)










BABAKONDU'DA YEĞENİM VE OĞLUM AHMETÇO :))








EVİMİZİN ÖNÜNDEN ORMAN MANZARASI BRATOVO KÖYÜ :))




PRESYANSKİ YAZÖVÜR - SALTIKLAR YAZÖVÜRÜ













COLD WAR , NOAM CHOMSKY

Cold War II
Noam Chomsky
ZNet, August 27, 2007
These are exciting days in Washington, as the government directs its energies to the demanding task of “containing Iran” in what Washington Post correspondent Robin Wright, joining others, calls “Cold War II.” [1]
During Cold War I, the task was to contain two awesome forces. The lesser and more moderate force was “an implacable enemy whose avowed objective is world domination by whatever means and at whatever cost.” Hence “if the United States is to survive,” it will have to adopt a “repugnant philosophy” and reject “acceptable norms of human conduct” and the “long-standing American concepts of `fair play’” that had been exhibited with such searing clarity in the conquest of the national territory, the Philippines, Haiti and other beneficiaries of “the idealistic new world bent on ending inhumanity,” as the newspaper of record describes our noble mission. [2] The judgments about the nature of the super-Hitler and the necessary response are those of General Jimmy Doolittle, in a critical assessment of the CIA commissioned by President Eisenhower in 1954. They are quite consistent with those of the Truman administration liberals, the “wise men” who were “present at the creation,” notoriously in NSC 68 but in fact quite consistently.
In the face of the Kremlin’s unbridled aggression in every corner of the world, it is perhaps understandable that the US resisted in defense of human values with a savage display of torture, terror, subversion and violence while doing “everything in its power to alter or abolish any regime not openly allied with America,” as Tim Weiner summarizes the doctrine of the Eisenhower administration in his recent history of the CIA. [3] And just as the Truman liberals easily matched their successors in fevered rhetoric about the implacable enemy and its campaign to rule the world, so did John F. Kennedy, who bitterly condemned the “monolithic and ruthless conspiracy,” and dismissed the proposal of its leader (Khrushchev) for sharp mutual cuts in offensive weaponry, then reacted to his unilateral implementation of these proposals with a huge military build-up. The Kennedy brothers also quickly surpassed Eisenhower in violence and terror, as they “unleashed covert action with an unprecedented intensity” (Wiener), doubling Eisenhower’s annual record of major CIA covert operations, with horrendous consequences worldwide, even a close brush with terminal nuclear war. [4]
But at least it was possible to deal with Russia, unlike the fiercer enemy, China. The more thoughtful scholars recognized that Russia was poised uneasily between civilization and barbarism. As Henry Kissinger later explained in his academic essays, only the West has undergone the Newtonian revolution and is therefore “deeply committed to the notion that the real world is external to the observer,” while the rest still believe “that the real world is almost completely internal to the observer,” the “basic division” that is “the deepest problem of the contemporary international order.” But Russia, unlike third word peasants who think that rain and sun are inside their heads, was perhaps coming to the realization that the world is not just a dream, Kissinger felt.
Not so the still more savage and bloodthirsty enemy, China, which for liberal Democrat intellectuals at various times rampaged as a “a Slavic Manchukuo,” a blind puppet of its Kremlin master, or a monster utterly unconstrained as it pursued its crazed campaign to crush the world in its tentacles, or whatever else circumstances demanded. The remarkable tale of doctrinal fanaticism from the 1940s to the ‘70s, which makes contemporary rhetoric seem rather moderate, is reviewed by James Peck in his highly revealing study of the national security culture, Washington’s China.
In later years, there were attempts to mimic the valiant deeds of the defenders of virtue from the two villainous global conquerors and their loyal slaves – for example, when the Gipper strapped on his cowboy boots and declared a National Emergency because Nicaraguan hordes were only two days from Harlingen Texas, though as he courageously informed the press, despite the tremendous odds “I refuse to give up. I remember a man named Winston Churchill who said, `Never give in. Never, never, never.’ So we won't.” With consequences that need not be reviewed.
Even with the best of efforts, however, the attempts never were able to recapture the glorious days of Cold War I. But now, at last, those heights might be within reach, as another implacable enemy bent on world conquest has arisen, which we must contain before it destroys us all: Iran.
Perhaps it's a lift to the spirits to be able to recover those heady Cold War days when at least there was a legitimate force to contain, however dubious the pretexts and disgraceful the means. But it is instructive to take a closer look at the contours of Cold War II as they are being designed by “the former Kremlinologists now running U.S. foreign policy, such as Rice and Gates” (Wright).
The task of containment is to establish “a bulwark against Iran’s growing influence in the Middle East,” Mark Mazzetti and Helene Cooper explain in the New York Times (July 31). To contain Iran’s influence we must surround Iran with US and NATO ground forces, along with massive naval deployments in the Persian Gulf and of course incomparable air power and weapons of mass destruction. And we must provide a huge flow of arms to what Condoleezza Rice calls “the forces of moderation and reform” in the region, the brutal tyrannies of Egypt and Saudi Arabia and, with particular munificence, Israel, by now virtually an adjunct of the militarized high-tech US economy. All to contain Iran’s influence. A daunting challenge indeed.
And daunting it is. In Iraq, Iranian support is welcomed by much of the majority Shi’ite population. In an August visit to Teheran, Iraqi Prime Minister Nouri al-Maliki met with the supreme leader Ali Khamenei, President Ahmadinejad and other senior officials, and thanked Tehran for its “positive and constructive” role in improving security in Iraq, eliciting a sharp reprimand from President Bush, who “declares Teheran a regional peril and asserts the Iraqi leader must understand,” to quote the headline of the Los Angeles Times report on al-Maliki’s intellectual deficiencies. A few days before, also greatly to Bush’s discomfiture, Afghan President Hamid Karzai, Washington’s favorite, described Iran as “a helper and a solution” in his country. [5] Similar problems abound beyond Iran’s immediate neighbors. In Lebanon, according to polls, most Lebanese see Iranian-backed Hezbollah “as a legitimate force defending their country from Israel,” Wright reports. And in Palestine, Iranian-backed Hamas won a free election, eliciting savage punishment of the Palestinian population by the US and Israel for the crime of voting “the wrong way,” another episode in “democracy promotion.”
But no matter. The aim of US militancy and the arms flow to the moderates is to counter “what everyone in the region believes is a flexing of muscles by a more aggressive Iran,” according to an unnamed senior U.S. government official – “everyone” being the technical term used to refer to Washington and its more loyal clients. [6] Iran's aggression consists in its being welcomed by many within the region, and allegedly supporting resistance to the US occupation of neighboring Iraq.
It’s likely, though little discussed, that a prime concern about Iran’s influence is to the East, where in mid-August “Russia and China today host Iran's President Mahmoud Ahmadinejad at a summit of a Central Asian security club designed to counter U.S. influence in the region,” the business press reports. [7] The “security club” is the Shanghai Cooperation Organization (SCO), which has been slowly taking shape in recent years. Its membership includes not only the two giants Russia and China, but also the energy-rich Central Asian states Kyrgyzstan, Uzbekistan, Kazakhstan and Tajikistan. Hamid Karzai of Afghanistan was a guest of honor at the August meeting. “In another unwelcome development for the Americans, Turkmenistan's President Gurbanguly Berdymukhammedov also accepted an invitation to attend the summit,” another step its improvement of relations with Russia, particularly in energy, reversing a long-standing policy of isolation from Russia. “Russia in May secured a deal to build a new pipeline to import more gas from Turkmenistan, bolstering its dominant hold on supplies to Europe and heading off a competing U.S.-backed plan that would bypass Russian territory.”[8]
Along with Iran, there are three other official observer states: India, Pakistan and Mongolia. Washington’s request for similar status was denied. In 2005 the SCO called for a timetable for termination of any US military presence in Central Asia. The participants at the August meeting flew to the Urals to attend the first joint Russia-China military exercises on Russian soil.
Association of Iran with the SCO extends its inroads into the Middle East, where China has been increasing trade and other relations with the jewel in the crown, Saudi Arabia. There is an oppressed Shi’ite population in Saudi Arabia that is also susceptible to Iran’s influence – and happens to sit on most of Saudi oil. About 40% of Middle East oil is reported to be heading East, not West. [9] As the flow Eastward increases, US control declines over this lever of world domination, a “stupendous source of strategic power,” as the State Department described Saudi oil 60 years ago.
In Cold War I, the Kremlin had imposed an iron curtain and built the Berlin Wall to contain Western influence. In Cold War II, Wright reports, the former Kremlinologists framing policy are imposing a “green curtain” to bar Iranian influence. In short, government-media doctrine is that the Iranian threat is rather similar to the Western threat that the Kremlin sought to contain, and the US is eagerly taking on the Kremlin’s role in the thrilling “new Cold War.”
All of this is presented without noticeable concern. Nevertheless, the recognition that the US government is modeling itself on Stalin and his successors in the new Cold War must be arousing at least some flickers of embarrassment. Perhaps that is how we can explain the ferocious Washington Post editorial announcing that Iran has escalated its aggressiveness to a Hot War: “the Revolutionary Guard, a radical state within Iran's Islamic state, is waging war against the United States and trying to kill as many American soldiers as possible.” The US must therefore “fight back,” the editors thunder, finding quite “puzzling...the murmurs of disapproval from European diplomats and others who say they favor using diplomacy and economic pressure, rather than military action, to rein in Iran,” even in the face of its outright aggression. The evidence that Iran is waging war against the US is now conclusive. After all, it comes from an administration that has never deceived the American people, even improving on the famous stellar honesty of its predecessors.
Suppose that for once Washington’s charges happen to be true, and Iran really is providing Shi’ite militias with roadside bombs that kill American forces, perhaps even making use of the some of the advanced weaponry lavishly provided to the Revolutionary Guard by Ronald Reagan in order to fund the illegal war against Nicaragua, under the pretext of arms for hostages (the number of hostages tripled during these endeavors). [10] If the charges are true, then Iran could properly be charged with a minuscule fraction of the iniquity of the Reagan administration, which provided Stinger missiles and other high-tech military aid to the “insurgents” seeking to disrupt Soviet efforts to bring stability and justice to Afghanistan, as they saw it. Perhaps Iran is even guilty of some of the crimes of the Roosevelt administration, which assisted terrorist partisans attacking peaceful and sovereign Vichy France in 1940-41, and had thus declared war on Germany even before Pearl Harbor.
One can pursue these questions further. The CIA station chief in Pakistan in 1981, Howard Hart, reports that “I was the first chief of station ever sent abroad with this wonderful order: `Go kill Soviet soldiers’. Imagine! I loved it.” Of course “the mission was not to liberate Afghanistan,” Tim Wiener writes in his history of the CIA, repeating the obvious. But “it was a noble goal,” he writes. Killing Russians with no concern for the fate of Afghans is a “noble goal.” But support for resistance to a US invasion and occupation would be a vile act and declaration of war.
Without irony, the Bush administration and the media charge that Iran is “meddling” in Iraq, otherwise presumably free from foreign interference. The evidence is partly technical. Do the serial numbers on the Improvised Explosive Devices really trace back to Iran? If so, does the leadership of Iran know about the IEDs, or only the Iranian Revolutionary Guard. Settling the debate, the White House plans to brand the Revolutionary Guard as a “specially designated global terrorist” force, an unprecedented action against a national military branch, authorizing Washington to undertake a wide range of punitive actions. Watching in disbelief, much of the world asks whether the US military, invading and occupying Iran’s neighbors, might better merit this charge -- or its Israeli client, now about to receive a huge increase in military aid to commemorate 40 years of harsh occupation and illegal settlement, and its fifth invasion of Lebanon a year ago.
It is instructive that Washington’s propaganda framework is reflexively accepted, apparently without notice, in US and other Western commentary and reporting, apart from the marginal fringe of what is called ‘the loony left.” What is considered “criticism” is skepticism as to whether all of Washington’s charges about Iranian aggression in Iraq are true. It might be an interesting research project to see how closely the propaganda of Russia, Nazi Germany, and other aggressors and occupiers matched the standards of today’s liberal press and commentators..
The comparisons are of course unfair. Unlike German and Russian occupiers, American forces are in Iraq by right, on the principle, too obvious even to enunciate, that the US owns the world. Therefore, as a matter of elementary logic, the US cannot invade and occupy another country. The US can only defend and liberate others. No other category exists. Predecessors, including the most monstrous, have commonly sworn by the same principle, but again there is an obvious difference: they were Wrong, and we are Right. QED.
Another comparison comes to mind, which is studiously ignored when we are sternly admonished of the ominous consequences that might follow withdrawal of US troops from Iraq. The preferred analogy is Indochina, highlighted in a shameful speech by the President on August 22. That analogy can perhaps pass muster among those who have succeeded in effacing from their minds the record of US actions in Indochina, including the destruction of much of Vietnam and the murderous bombing of Laos and Cambodia as the US began its withdrawal from the wreckage of South Vietnam. In Cambodia, the bombing was in accord with Kissinger’s genocidal orders: “anything that flies on anything that moves” – actions that drove “an enraged populace into the arms of an insurgency [the Khmer Rouge] that had enjoyed relatively little support before the Kissinger-Nixon bombing was inaugurated,” as Cambodia specialists Owen Taylor and Ben Kiernan observe in a highly important study that passed virtually without notice, in which they reveal that the bombing was five times the incredible level reported earlier, greater than all allied bombing in World War II. Completely suppressing all relevant facts, it is then possible for the President and many commentators to present Khmer Rouge crimes as a justification for continuing to devastate Iraq.
But although the grotesque Indochina analogy receives much attention, the obvious analogy is ignored: the Russian withdrawal from Afghanistan, which, as Soviet analysts predicted, led to shocking violence and destruction as the country was taken over by Reagan's favorites, who amused themselves by such acts as throwing acid in the faces of women in Kabul they regarded as too liberated, and then virtually destroyed the city and much else, creating such havoc and terror that the population actually welcomed the Taliban. That analogy could indeed be invoked without utter absurdity by advocates of “staying the course,” but evidently it is best forgotten.
Under the heading “Secretary Rice’s Mideast mission: contain Iran,” the press reports Rice’s warning that Iran is “the single most important single-country challenge to...US interests in the Middle East.” That is a reasonable judgment. Given the long-standing principle that Washington must do “everything in its power to alter or abolish any regime not openly allied with America,” Iran does pose a unique challenge, and it is natural that the task of containing Iranian influence should be a high priority.
As elsewhere, Bush administration rhetoric is relatively mild in this case. For the Kennedy administration, “Latin America was the most dangerous area in the world” when there was a threat that the progressive Cheddi Jagan might win a free election in British Guiana, overturned by CIA shenanigans that handed the country over to the thuggish racist Forbes Burnham. [11] A few years earlier, Iraq was “the most dangerous place in the world” (CIA director Allen Dulles) after General Abdel Karim Qassim broke the Anglo-American condominium over Middle East oil, overthrowing the pro-US monarchy, which had been heavily infiltrated by the CIA. [12] A primary concern was that Qassim might join Nasser, then the supreme Middle East devil, in using the incomparable energy resources of the Middle East for the domestic. The issue for Washington was not so much access as control. At the time and for many years after, Washington was purposely exhausting domestic oil resources in the interests of “national security,” meaning security for the profits of Texas oil men, like the failed entrepreneur who now sits in the Oval Office. But as high-level planner George Kennan had explained well before, we cannot relax our guard when there is any interference with “protection of our resources” (which accidentally happen to be somewhere else).
Unquestionably, Iran's government merits harsh condemnation, though it has not engaged in worldwide terror, subversion, and aggression, following the US model – which extends to today’s Iran as well, if ABC news is correct in reporting that the US is supporting Pakistan-based Jundullah, which is carrying out terrorist acts inside Iran. [13] The sole act of aggression attributed to Iran is the conquest of two small islands in the Gulf – under Washington’s close ally the Shah. In addition to internal repression – heightened, as Iranian dissidents regularly protest, by US militancy -- the prospect that Iran might develop nuclear weapons also is deeply troubling. Though Iran has every right to develop nuclear energy, no one – including the majority of Iranians – wants it to have nuclear weapons. That would add to the threat to survival posed much more seriously by its near neighbors Pakistan, India, and Israel, all nuclear armed with the blessing of the US, which most of the world regards as the leading threat to world peace, for evident reasons.
Iran rejects US control of the Middle East, challenging fundamental policy doctrine, but it hardly poses a military threat. On the contrary, it has been the victim of outside powers for years: in recent memory, when the US and Britain overthrew its parliamentary government and installed a brutal tyrant in 1953, and when the US supported Saddam Hussein’s murderous invasion, slaughtering hundreds of thousands of Iranians, many with chemical weapons, without the “international community” lifting a finger – something that Iranians do not forget as easily as the perpetrators. And then under severe sanctions as a punishment for disobedience.
Israel regards Iran as a threat. Israel seeks to dominate the region with no interference, and Iran might be some slight counterbalance, while also supporting domestic forces that do not bend to Israel’s will. It may, however, be useful to bear in mind that Hamas has accepted the international consensus on a two-state settlement on the international border, and Hezbollah, along with Iran, has made clear that it would accept any outcome approved by Palestinians, leaving the US and Israel isolated in their traditional rejectionism. [14]
But Iran is hardly a military threat to Israel. And whatever threat there might be could be overcome if the US would accept the view of the great majority of its own citizens and of Iranians and permit the Middle East to become a nuclear-weapons free zone, including Iran and Israel, and US forces deployed there. One may also recall that UN Security Council Resolution 687 of 3 April 1991, to which Washington appeals when convenient, calls for “establishing in the Middle East a zone free from weapons of mass destruction and all missiles for their delivery.”
It is widely recognized that use of military force in Iran would risk blowing up the entire region, with untold consequences beyond. We know from polls that in the surrounding countries, where the Iranian government is hardly popular -- Turkey, Saudi Arabia, Pakistan -- nevertheless large majorities prefer even a nuclear-armed Iran to any form of military action against it.
The rhetoric about Iran has escalated to the point where both political parties and practically the whole US press accept it as legitimate and, in fact, honorable, that “all options are on the table,” to quote Hillary Clinton and everybody else, possibly even nuclear weapons. “All options on the table” means that Washington threatens war.
The UN Charter outlaws “the threat or use of force.” The United States, which has chosen to become an outlaw state, disregards international laws and norms. We're allowed to threaten anybody we want -- and to attack anyone we choose.
Washington's feverish new Cold War "containment" policy has spread to Europe. Washington intends to install a “missile defense system” in the Czech Republic and Poland, marketed to Europe as a shield against Iranian missiles. Even if Iran had nuclear weapons and long-range missiles, the chances of its using them to attack Europe are perhaps on a par with the chances of Europe's being hit by an asteroid, so perhaps Europe would do as well to invest in an asteroid defense system. Furthermore, if Iran were to indicate the slightest intention of aiming a missile at Europe or Israel, the country would be vaporized.
Of course, Russian planners are gravely upset by the shield proposal. We can imagine how the US would respond if a Russian anti-missile system were erected in Canada. The Russians have good reason to regard an anti-missile system as part of a first-strike weapon against them. It is generally understood that such a system could never block a first strike, but it could conceivably impede a retaliatory strike. On all sides, “missile defense” is therefore understood to be a first-strike weapon, eliminating a deterrent to attack. And a small initial installation in Eastern Europe could easily be a base for later expansion. Even more obviously, the only military function of such a system with regard to Iran, the declared aim, would be to bar an Iranian deterrent to US or Israel aggression.
Not surprisingly, in reaction to the “missile defense” plans, Russia has resorted to its own dangerous gestures, including the recent decision to renew long-range patrols by nuclear-capable bombers after a 15-year hiatus, in one recent case near the US military base on Guam. These actions reflect Russia’s anger “over what it has called American and NATO aggressiveness, including plans for a missile-defense system in the Czech Republic and Poland, analysts said” (Andrew Kramer, NYT). [15]
The shield ratchets the threat of war a few notches higher, in the Middle East and elsewhere, with incalculable consequences, and the potential for a terminal nuclear war. The immediate fear is that by accident or design, Washington's war planners or their Israeli surrogate might decide to escalate their Cold War II into a hot one – in this case a real hot war.
[1] Wright, WP, July 29 07[2] Correspondent Michael Wines, NYT, June 13, 1999. Doolittle report, Tim Weiner, Legacy of Ashes: the History of the CIA, Doubleday 2007[3] Ibid., 77.[4] Ibid., 180.[5] Paul Richter, LAT, Aug. 10, 2007. Karzai, CNN, Aug. 5, 2007.[6] Robin Wright, “U.S. Plans New Arms Sales to Gulf Allies,” WP, July 28, 2007.[7] Henry Meyer, Bloomberg, Aug. 16, 2007.[8] Ibid.[9] Hiro[10] Weiner[11] Schmitz, Weiner.[12] Weiner. Failed States.[13] Brian Ross and Christopher Isham, “ABC News Exclusive: The Secret War Against Iran,” April 3, 2007; Ross and Richard Esposito, ABC, “Bush Authorizes New Covert Action Against Iran,” May 22, 2007.[14] On Iran, see Gilbert Achcar, Noam Chomsky, and Stephen Shalom, Perilous Power (Paradigm, 2007), and Ervand Abrahamian, in David Barsamian, ed., Targeting Iran (City Lights, 2007). On Hamas, among many similar statements see the article by Hamas’s most militant leader, Khalid Mish'al, "Our unity can now pave the way for peace and justice," Guardian, February 13, 2007. Hezbollah leader Hassan Nasrallah has repeatedly taken the same position. See among others Irene Gendzier, Assaf Kfoury, and Fawwaz Traboulsi, eds., Inside Lebanon (Monthly Review, 2007).[15] Kramer, “Recalling Cold War, Russia Resumes Long-Range Sorties,” Aug. 18, 2007.
Copyright Noam Chomsky 2005 //-->